https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Terapiden çıktıktan sonra uzun uzun yürüme ihtiyacı duyuyordum. Hatta zaman içinde bununla ilgili belirli rutinler bile oluşturmuştum. Önce dekorasyon ürünleri satılan bir dükkana giriyor, orada beğendiğim her şeyi elimde evirip çeviriyor, o objenin gelecekte almayı umduğum evime ne kadar yakışacağını düşlüyordum. İkinci durağımsa kitapçılardı. Art arda dizelenmiş kitaplara sakin sakin dokunuyor, kendimden bir parça bulduklarımı koltuğumun altına sıkıştırıp kasaya ilerliyordum.Gaye Boralıoğlu’nun Mübarek Kadınlar’ıyla işte bu sayede tanıştım. Kitap beni on üç öykü ile karşıladı. İlk öyküsüne şöyle bir göz atmak istedim, Muamma. “Bir zamandır rahat uyuyamıyorum,”diye başlıyordu. Belki de, dedim kendi kendime, bana dair bir şeyler anlatıyordur bu öykü. “Şeytan dürtmüş gibi gecenin bir yarısı uyanıyorum ve bir daha gözlerimi kapatamıyorum,” diyordu ikinci cümlesi. Bana kalırsa daha fazla düşünmeye gerek yoktu. Usulcacık koltuğumun altına yerleştirdim kitabı. Yürüyüşümün son durağı sahile bakan kahve dükkanıydı. Kahvemi aldım ve Gaye Boralıoğlu’nun kadınlarına kulak kabarttım.

Muamma öyküsü sessizliğin adı gibi. Sevilmek üzerine tüm heveslerini tüketmiş, kocasının ağzından çıkacak bir güzel söze hatta hakarete hasret kalmış bir kadından söz ediyor. Onun dikkatini çekebilmek adına elindeki bardağı, gözlüğü yere atıyor. Kocası belki sinirlenir de kavga ederler diye gıcırdayan eski bir sallanan sandalye almayı düşünüyor. Bu çıkmaz bana kendimi anımsatıyor biraz. Sessizliğin çığ gibi büyüdüğü o anlarda ne yapacağımı şaşırırdım. Hayatımızda var olan insanlarla aramızı dolduran ürkünç sessizlik, bir ağrı gibi saplanır kalbe:

“Korkarım, sahipsiz bir iğne, benim topuğumdan içeri girdi; aşağıdan yukarıya doğru vücudumda ağır ağır ilerledi ve nihayet geldi, kalbime dayandı.”

İkinci öykü Pilavcı Karısı’nda ise bambaşka bir mutsuzluk karşımıza çıkıyor. Seyyar pilavcının karısı, yaptığı tavuklu pilavlar yüzünden yüz yirmi üç kişinin ölümüne sebebiyet verdiği için mahkemeye çıkarılıyor ve tütsülenmiş tüy kokusu, haşlanmış tavuk kokusu derken ruhumuzu karanlığa çeviren tüm bezgin kokuları burnumuzun ucuna kadar getiriyor:

“Sadece kokudan bahsetmek istedim; koltuklara, kilimlere, perdelere, tabaklara, çanaklara, lavaboya, ayakkabılara, terliklere, bir evin içinde bulunabilecek eşyaları siz aklınıza getirin artık, işte bütün onlara sinen kokudan! Her yere zerre zerre yapışıyor lanet olasıca. İnsanın ruhuna da, aklına da giriyor, sonra hiç olmayacak yerlerde karşınıza çıkıyor. Mesela otobüste yanınızda oturan adam tavuk gibi kokmaya başlıyor ya da sokaktaki lamba, fırından alınan ekmek, bazen bir oyuncak bebek…”

Pilavcı Karısı’nın tek işi “pilavcının karısı” olmak, kendini başka bir şekilde tanıtamıyor ve tanımlayamıyor. Bu hayatta yaptığı, yapabildiği şey; koca kazanlarda tavuk haşlamak ve onları henüz yeterince soğumamışken parmakları buruşana dek derisini yüzmek, tiftmek, ne bir eksik ne bir fazla. Düşünüyorum hal böyle olunca, annemi düşünüyorum, anneannemi ve hayatımda olan tüm o kadınları, benzer yanlar görüyorum öyküdeki karakterle ve acı acı gülümsüyorum. Koku hafızası her türlü acıdan daha güçlü olabiliyor kimi zaman. Kaldırımda birinin yanından geçerken duyduğumuz basit bir parfüm kokusu ya da ekmek fırının önünden geçerken duyduğumuz o şeker hamurunun tatlı kokusu; pek çok şey anımsatmaz mı insana acı tatlı? Aç bir insan için haşlanmış tavuk kokusu bulunmaz bir sevinçken, aynı koku pilavcının karısı için yalnız bırakılmışlık, bezmişlik, kendini adamışlık, geçim sıkıntısı, hayal kırıklığı gibi hayata dair pek çok olumsuzluğu anımsatıyor.

İkinci öyküden sonra düşünüyorum, acaba neden “ Mübarek Kadınlar” diye.  Gaye Boralıoğlu bir röportajında “mübarek” kelimesinin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden geldiğini söylüyor. Oradaki saatin adı Mübarek. Yazar, önce bu saatle ilgili bir öykü yazmak istemiş; ancak bir türlü mümkün olamamış, eli hep başka öykülere gitmiş. Sonra ise Mübarek’teki iki anlam; yani bir yandan kutsal bir yandan da muzır, hınzır anlamları yazdığı kadın karakterlerine uyunca, Tanpınar’ın saati Mübarek, kitaba adını vermiş.

Üçüncü öykü Kara Delik, Saime adında bir tuvalet temizleyicisinin hayatından ufak bir kesiti anlatıyor. Karakterimiz tüm gün umumi tuvalette gelip gidenleri gözlüyor, yerleri paspaslıyor ve tuvalet kâğıtlarını yeniliyor. Saime tüm gün camı bile olmayan, etrafı bembeyaz fayanslarla çevrilmiş bir tuvalette, tavanında floresan ışıkları, güneşi bile göremiyor. Aklım tekrar kayıyor kendi hayatıma, kendi hayatımdaki insanlara. Bu sıkışmışlık ve bezginlik algısı tüm gün ofiste bilgisayar başında çalışan pek çok insanın dâhi yaşadığı duygu değil mi? Mekân değişiyor, iş değişiyor; ancak bana kalırsa hisler hep benziyor birbirine. Otobüs durağında saatlerce bekliyor Saime yorgun argın. Yine de küçük umutlar besliyor hayata karşı ve deyim yerindeyse umudun tarlasına varıyor, dünyanın tam ortasına, göbek deliğine, düşüyor:

“ Susamıştı. Halsizdi. Bütün ışıklar kaybolmuştu. Ay çıkıyordu. Demek hâlâ bir umut vardı.”

“ Uyandığında uçsuz bucaksız bir ovanın kenarında olduğunu gördü. Gaz alabildiğine uzanan toprak yeni sürülmüştü. Ayağının dibinde tabak gibi açmış kıpkırmızı bir çiçek vardı. Saime çiçeğe uzandı. Kokladı. Sapından tuttu, kopardı. Çiçek kendinden on kat büyük köküyle çıktı. Saime deliğe doğru eğildi, hiçbir şey görünmüyordu. Karanlık, sonsuza kadar uzanıyordu sanki. Belki de burası dünyanın göbek deliğiydi.”

Kitaptaki en mühim olan öykülerden bir tanesi Mi Hatice. Bu öyküyü özel kılan aynı zamanda kısa film olarak perdeye aktarılmış olması. Öykü bir tren istasyonunda başlıyor, trende devam ediyor ve başka bir tren istasyonunda son buluyor. Hatice; her gün Sirkeci Garı’nda kocasını bekliyor. O, direnişini sessizlikle gösteren sabırlı kadınlardan. Kocası Sacit ile aralarındaki iletişimsizlik, Hatice’nin kendi yalnızlığı, ara ara dedesiyle ilgili anılarını anımsaması, trendeki istasyonların geçip gitmesi öyküye sinematografik bir hava katıyor. Yolcular ne onu görüyor, ne de kocası Sacit’i. Yolculuk boyunca rayından hiç sapmamış yıllarca. Sanki bu bir tren yolculuğu değil de Hatice için çizilen ve çaresizce takip etmek zorunda kaldığı kaderi. Yolculuk her zamanki gibi sürüp giderken beklenmedik bir kırılma ânı oluşuyor. Sacit, bu dünyada bir daha nefes almayacak; Hatice bunu anladığında içgüdüsü ile belki de ilk kez kendi olarak hareket ediyor ve bir sonraki istasyonda iniyor trenden, yolunu değiştiriyor bir nevi. Başındaki örtüyü de çözüyor. Yıllarca boğazına düğümlenmiş o kaderi söküp atıyor:

“Sacit’in artık nefes almadığını ve bu dünyaya bir daha nefes vermeyeceğini kimse fark etmedi; Hatice’nin trenden Menekşe İstasyonu’nda indiğini de. İstasyonda, çıkışa doğru yürürken bütün notalar toplanıp boğazında düğüm oluşturdular Hatice’nin. Elini içgüdüsel olarak boğazına götürdü. O düğümü açtı. Başındaki eşarp yavaşça omuzlarından kayıp yere düştü.”

Koparmabeni, Vitrin, Pepuk Kuşu ve Ninni öyküleri, siyasi açıdan yorumlanmaya açık. Koparmabeni’nin ana karakteri hapishanedeki bir mahkûm.  Öykü, “ben cesaretimi, babamın gözlerinde kaybettim,” cümlesi ile başlıyor ve bitiyor. Karakter, cesaretini babasının anlattığı masallarda bulup yine aynı cesareti de babasının görüş günlerinde onunla hiç konuşmadan duran ve sadece ona bakan gözlerinde kaybediyor. Baba, suskunluğunu koruyor. Bu suskunluk kızına verdiği bir ceza değil, onu mahkum olarak görmesinin verdiği üzüntüden kaynaklanıyor:

“Göz göze gelmemeye çalışıyorum umutla. Bütün harflerin tonunu yakalayabileyim diye ahizeyi acıtasıya kulağıma bastırıyorum. Ellerim terliyor iyice. O kelime, o ilk kelime çıkmıyor ağzından baba. Boğazında düğüm olup kalıyor üç heceli bir sözcük.Yaşlar gözpınarlarında kilitlenmiş, yutkunuyorsun. Boğazımdan demir bir çivi geçiyor yırtarak. Değil bir kelime, bir harf, bir ses… Konuşamıyorsun sen, susuyorsun. Susuyoruz ikimiz. Sen çocuk oluyorsun, ben büyüyorum.”

Pepuk Kuşu, Pepuk Kuşu Efsanesi’nden yola çıkılarak yazılmış bir öyküdür. Efsanenin, Dersim yöresinde geçtiğine inanılır, bir kısmı Zazaca ve Kürtçe söylenmiştir. Bu öykü aynı zamanda Murathan Mungan’ın düzenlediği “Bir Dersim Hikayesi” adlı öykü seçkisinde de yer alır. Anlatı, Xece babaannenin karışmış zihni ile geçmişten sözcükler söylemesiyle seyreder. Xece Dersim’in kayıp kızlarındandır. Xece babaanne yurdundan koparılmış ve Xece adını unutmuş, adı “Sabiha” olmuştur ve bu gerçek onun zihninin derin havuzundan yıllar sonra çıkar.

Ninni öyküsü ise Pepuk Kuşu ile benzer bir mozaiğe sahiptir. Bir yarışmaya katılan Güneş, sahneye çıktığında babaannesinin yıllar evvel kulağına fısıldadığı Ermenice bir ninniyi söyler. Jüri üyeleri şaşkına dönerler ve ona adını sorarlar. Güneş, kimliğini daha fazla saklamak istemez, onun adı Güneş değil “Arev”dir.

Vitrin öyküsü, Gezi olaylarına göz kırpan bir kurguya sahiptir. Tüm oluşan kalabalığı ve arbedeyi bir vitrin mankenin cansız ağzından, eşyaların hafızasından dinleriz.

Kitabın genelinde ana karakteri ve anlatıcısı kadın olan öyküler olsa da bazılarında anlatıcı erkek karakterdir ve yan karakter olan “kadın”ı onlardan öğreniriz. Ömrüm Oldukça ve Hayal Âlemi de bu öykülerdendir. Gaye Boralıoğlu bir röportajda “bir kadın için başkalarının gözündeki yansıması önemlidir,” diyerek bu duruma açıklık getirmiştir. Yazar, kadınların zihinlerine girerek oradan anlattığı öykülerinin yanında bu seyredilme hâlini de dilsel bir çeşitlilik yaratmak için erkek karakterler üzerinden anlatmış, neticesinde de yeniden kadına varmıştır.

Boralıoğlu, yazmak eylemini “kazıya kazıya insan ruhunun derinlerine inme imkânı” olarak tanımlar. Mübarek Kadınlar’da yer alan tüm karakterlerin en büyük ortak özelliği kadın olmaları değil, insan ruhunun derinliklerindeki o hüzünlü parçayı açığa çıkarmalarıdır.

 

Kaynaklar:

SanatAtak, Özgür Duygu Durgun, Kasım 20, 2014, O Mübarek Kadınlar Ki…

Timeout, Gaye Boralıoğlu Röportajı, 2015