Hem Soytarıyız Hem Kral
Çalınmış bir gül gibi dalından
Zelal Sidar
İki Deli Derviş (1992), Behçet Çelik’ in ilk dönem öykülerinden oluşan daha önce yazarın birkaç arkadaşı ile birlikte yayımladığı dergi, ‘’Yazılı Günler’’ ile aynı isimle kurdukları yayınevinden çıkan, fakat doğru dürüst dağıtılamayan ilk kitabıdır. Geçtiğimiz günlerde bu kitap, Yazyalnızı (1996) adlı ikinci öykü kitabı ile birlikte İletişim Yayınları tarafından ‘’İki Deli Derviş/Yazyalnızı’’ adı altında tek kitap olarak, yayımlandı.
Behçet Çelik öykücülüğüne adım atmak için önemli olan bu kitaptaki öykülerin birçoğu, yazarın son dönem öykülerinde de varlığını sürdüren erkek anlatıcının gözünden, ben dili ile yazılmışlar.[1] İki Deli Derviş/Yazyalnızı adlı kitapların ana kahramanları, bin dokuz yüz doksanlı yıllarda, henüz hayat yolculuğunun başında olan erkek kahramanlardır. Bu öykü kişileri, yazarın son dönem öykülerindeki orta yaşlı, eğitimli, hayatı ıskalamış erkeklerin henüz olgunlaşmamış halleri gibi.
Behçet Çelik’ in serim-düğüm-çözüm bölümlerinden oluşan ve olay anlatımına dayalı klasik öykülerden uzak olan öykü anlayışının temelinin, ilk öykülerini topladığı İki Deli Derviş kitabıyla atıldığını görüyoruz. Bu öykülerin fonunda, anlatıcının sesi gelir kulağımıza. Aslında anlatıcı, arka plandan gelen sesi bize ileten bir aracıdır sadece. Gerçek hikaye anlatıcının hikayesi değil, anlatıcının hayatına bir an, hatta bazen küçücük bir an dokunan diğerinin hikayesidir. Bu çok sesli öykülerin bazılarında, bireysel sorunların nedeni olan toplumsal sorunların karanlığını gösteren alt metinlerin yardımıyla, bin dokuz yüzlü yılları, zaman ve mekân bağlamında okuyoruz.
-Öykü okuru etkilemelidir, diyor Feyza Hepçilingirler. ‘’Etkilemenin en başta sayılabilecek koşulu özgünlük ve yeniliktir elbette. Öyküsünde yeni olan yanı yazar, bakış açısıyla mı yakalar, anlatımı mı yenidir, yaklaşımı mı; orası ona kalmıştır; ama hiç değilse bir yönüyle yenilik taşımayan öykü, etkileme şansını daha baştan yarı yarıya yitirmiştir.’’[2] Bu açıdan baktığımızda, Behçet Çelik’ in ilk dönem öykülerinden itibaren başlayan özgünlüğünü iki maddede toplayabiliriz. İlki; toplumun öznesi durumunda olan eril güç, ötekiler hakkında konuşma hakkını elinde tutan ve kendi bulunduğu konumu sorgulama dışı bırakan erkekliğin kabul görmesi için uğraşmaktadır. Behçet Çelik’ in öykülerindeki ben dilinin sesi olan erkek anlatıcılar ise sanki bu eril gücün dayattığı, alışıldık, bildik erkeklik hezeyanlarından ve dilinden uzak, küfürsüz, öfkesiz, telaşsız karakterlerdir.
İki Deli Derviş adlı ilk kitabındaki ‘’El Salla’’ öyküsünde, erkek anlatıcının, ‘’Onlarla aynı mahalleden gelmişliğimiz var, aynı oyunları oynamışlığımız. Kimisiyle aynı sırada oturmuşuz. Sabah aynı saatlerde fırlarız dışarı. Onlar işe, biz de… İşimiz varsa. Onlar iş aramaya, biz de… Dışarıdan görenler bizi de onlardan sanır. Tek farkımız dövüşmememiz… Bir de içimizdeki sıkıntı, karşı koyma isteği yaşadıklarımıza. Onlar bırakmışlar kendilerini. Biz ayak diriyoruz, hesapta. ‘’ ya da ‘’Onlar eşlik ediyorlar çalan müziğe, bizse kendi türkümüzü kendimiz mırıldanıyoruz.‘’ demesi, gelecek öykülerdeki hezeyansız karakterlerin habercisi gibidir.
Behçet Çelik öykülerinin ikinci özgünlüğü; öykü dilinin, karakterlerin özellikleriyle bütünlük içinde olması ve bağırmayan kırmayan dökmeyen, sakin öykü çatışmalarına rağmen okurun merakını öykü boyunca devam ettirmesidir. Yazyalnızı adlı kitaptaki, ‘’Esin: Narin Bir Rüzgâr’’ öyküsünde anlatıcının kendi kendisiyle çatışması bu duruma verilebilecek örneklerden sadece biridir.
‘’ Konuşuyorlar. Birileri fısıldarcasına beni ilgilendiren kararlar almıyor, çekiştirmiyorlar beni. Ne çok yanlışım var oysa. Tembelliklerim kimsenin işini aksatmıyor, hırçınlıklarım kızdırmıyor kimseyi. Kendine bile benden artık sıkıldığını söyleyen kimse yok. Eh bari bununla yetinelim bari bu akşam. Şimdi yoluma çıkan, yoluna çıktığım insanlara’’O adamı gördünüz mü? Deseler, ‘’Kimi?’’ yanıtını alırlar. Hiçbiri gözlüklü, ıslak, esmer adamı görmedi. Yine de içimde herkes bana bakıyormuş, ellerini tahtaya vurup sevdiklerine sarılıyorlarmış, en yalnız olanlar bile çaylarını yudumlarken derin bir ‘’oh’’ çekiyormuş gibi bir his, bir utanç var. Kaçmalı buralardan.’’
Bazı satır aralarına okur için ufak gülücükler saklayan yazar, zaman zaman, okuru yalnızlığın kasvetinden çıkarıyor. Her ne kadar İki Deli Derviş, dostluk, arkadaşlık temeline dayanıyor olsa da, Yazyalnızı ile birlikte aynı temada buluşuyor. ‘’Yalnızlık.’’
Bu kitapların bir diğer ortak noktası, yazarın şiir ve müziklerden yaptığı alıntılarla, öykü karakterlerinin iç dünyaları arasında bağlantı kurması. Joe Dassin’ in Salut şarkısından, Ataol Behramoğlu’ nun ‘’Bir gün Mutlaka’’ adlı şiirinden yaptığı alıntılar bu duruma örnek gösterilebilir. Ama verilebilecek en iyi örnek yazarın bin dokuz yüzlü yılların başında arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı ‘’Yazılı Günler’’ adlı dergiye bir okurun gönderdiği şiirden yaptığı alıntıdır. Küskünler Saklambacı adlı öyküde kullandığı, Zelal Sidar’ ın ‘’Çalınmış bir gül gibi dalından’’ diyen dizesi, sadece bu öykünün değil kitaptaki hemen tüm öykülerin ana temasına da uygundur.
İki Deli Derviş; Yazarın ‘’deli derviş’’ dostlarına ithaf ettiği kitabı, kendisinin; dağlara da küsmek gerekir/canı sıkkın haylaz bir tarla faresi de olsak/değirmenler mi dayanır/ikimiz iki deli dervişi yaşasak diyen şiiri ile başlıyor.
Kitap, yazarın henüz lise öğrencisi iken 1987 yılında Varlık’ta yayımlanan ilk öyküsü ile birlikte on beş öyküden oluşuyor. ‘’Sokak 245’’ adlı bu öykü Behçet Çelik öykülerindeki gecikmişliğin ya da dönememişliğin pişmanlığını yaşayan ve yazarın olgunluk dönemi öykülerinin habercisi olan ilk karakter.
Evler ve Grevler ile Yalnızken de Mutlu öyküleri hariç diğer öykülerin ana kahramanları erkek. Bu iki öykü ile birlikte Dedesi adlı öykü, kitaptaki diğer öykülerin tersine ben dili ile yazılmayan ender öykülerden.
Dervişin TDK ya göre; Yoksulluğu çilekeşliği benimsemiş kimse ve alçakgönüllü, her şeyi hoş gören kimse olarak iki mecazi anlamı var. Öykülerin erkek karakterleri bu tanımlamaya uyan, kimi zaman bir dostun kimi zaman giden bir sevgilinin ya da platonik bir aşkın ardından, ellerinde kalan yalnızlıkla mücadele eden ya da bu yalnızlığa tutunmaya çalışan dervişler.
Mekân olarak genellikle garajları, parkları, çay bahçelerini, sokakları seçmiş yazar. Zaman ise bin dokuz yüzlü yıllar. Fakat ‘’Dedesi’’ adlı öyküde olduğu gibi öykü kahramanları bazen geçmişi hatırlıyor. Bin dokuz yüz yetmişli yılları. Çocukluğu o yıllarda geçenler bilir yaz boyu ödev olarak verilen tatil kitaplarını.
‘’O da ya tatil kitabını okur ya düş kurardı. (tatil kitabını anımsayınca gülümsedi. Çok sevmişti o kitabı. Çizgi öyküler oyunlar vardı. Çizgi öykülerdeki tipler hep mutlu insanlardı. Aileler huzur içindeydi. Kışları kar yağan bir yerde geçerdi olaylar. Dede sobada mısır patlatır, nene masal anlatır, anne örgü örer, baba gazete okurdu. Hiç öyle aile görmemişti. Evlenince de öyle bir ailesi olmayacaktı. Üzüldü…keşke o kitabı saklasaydı… Şimdi aradan yirmi yıl geçmiş o yıllardan anımsadıkları o kitap ve dedesi.)’’
Tatil kitaplarının içeriği ile küçük beyinlere verilen mesajlara, bu küçük beyinlerde yaratılmaya çalışılan algıya, empoze edilen toplumsal rollerimize, kusursuz sanılan aile yapılarımıza öykünün ışığını çevirmiş yazar. 70’li yılların tatil kitapları ile büyüyen çocukları 90’lı yıllara geldiklerinde karşılarına çıkan iki yoldan birini tercih edeceklerdi elbet. Ya konforlu ortamlarına sığınacaklar ya da deli dervişler olacaklardı.
‘’Gözleri Gece’’ , kitabın kapağına ilham olan öykü. ‘’Bir ara kıyıya takıldı gözüm. Çırılçıplak bir çocuk vardı. Yan yan yürüyordu, yere bakarak. Bir yengeç olmalıydı yerde. Bakıp öykündüğü. Başımı çevirip iskambil oynamaya gidenlere bakmıştım. Dümdüz yürüyorlardı. ‘’Bilmesem sizin de bir zamanlar yan yan, düşe kalka, yalan yanlış yürüdüğünüzü…’’ diye söylenmiş, ufaklık gibi yürüyerek yanına gitmiştim’’. Yan yan yürüyenlere öykünerek yazılmış öyküde, uzun zamandan beri görüşmediği arkadaşının bürosuna giden anlatıcı kahraman, arkadaşlığın, ikisi arasındaki dostluğun değiştiğini görür. Zihninden bir an çıkmayan, susuşlarını, alıp başını gidişlerini sevdiği, aklından çıkmayan uzaklardaki ‘’gözleri gecesi’’ ile dertleşir zihninde.
‘’Ne susacak, ne konuşacak, ne baş sallayacak halim var. Yeni bürosuna hayırlı olsun için bir heykel alsam. Benim oturduğum gibi bu rahat koltuklarda oturacak, dinlediğim gibi onu dinleyecek, ben bilirimceyi, işte böyleceyi, hadi canımcayı iyi bilen heykeller alsam. ‘’
Evler grevler adlı öykünün ana kahramanı grevdeki işçilere kabak tatlısı yapan bir kadın. Uruk Hatın. Öykü, filelerle yokuşu çıkan yaşlı bir kadın ve onun elindeki eşyaları taşımasına yardım eden genç bir erkek arasında geçiyor. Öykü kişisinin duygu ve davranışlarının, sosyo-politik yapısının anlatıldığı öyküde, ülkenin siyasi yapısı da geri dönüşlerle anlatılıyor. Öyküde kişinin mekândan ayrı düşünülemeyeceğini göstermesi açısından oldukça önemli bir öykü.
Uruk Hatın’ dan başka bir kadın kahraman daha var kitapta. Yalnızken de Mutlu’da kızını ve kocasını yolcu ettikten sonra tüm günü dışarıda özgürce geçirmeye çalışan şehirli bir kadının iç dünyasına konuk oluyor ve onun kocası ve kızının yanında mı yoksa onlardan uzakta iken mi daha yalnız olduğunu sorguluyoruz. Bu iki öyküdeki kadın kahramanların, sosyo politik yapıları birbirinden oldukça farklı. Yazarın tüm öykü kitapları göz önüne alındığında kadının ana karakter olduğu öykü sayısı oldukça az. Öykülerdeki kadın kahramanların kişilik özellikleri, sosyo politik yapıları ve kendisine verilen toplumsal rollere bürünmeleri ya da karşı duruşları ayrı bir inceleme konusu olacak kadar derin.
Kahvaltı adlı öyküde ise giden sevgilisinin ardından ‘’Yeşil zeytine limon sıkan elini tutarım. Bir tanesini alır atarım ağzıma. Zeytinyağlı dudağınla öpersin yanağımdan.’’ diyen romantik bir öykü kahramanı ile karşılaşıyoruz.
Yazar; kimi öyküde denizi metafor olarak kullanıyor. Anlatıcının dilinden geçmişte kalan sevdiğini, kendisine dostluk eden içindeki sesi ya da bir buluta tutulan, yabancı dili bulutça olan birinin sesine ses oluyor. Bazen de ‘’İspanya ve Gülen Kız’’ öyküsünde olduğu gibi çalan bir İspanyol ezgisi ile hayallere dalan ve sadece güzel güldüğü için bir kıza âşık olan öykü kahramanının hikâyesini yazıyor. Öykünün arka planında ise birilerinin emri ve boyunduruğu altında yaşadığını zannedenlere ve savaşa gönderme yapıyor yazar.
‘’Senin için savaşıyorum. Bu adamların ölümü ne yazık ki senin yaşaman için. Ama ben ölürsem ne o, ne de onun çocukları yaşayacak. Yanılıp yaşadıklarını sanacaklar birilerinin emri ve boyunduruğu altında.
Bu öyküler, karakterlerin bunca yalnızlık ve pişmanlığa rağmen, doksanlı yıllarda, yirmili yaşlarını süren yazarın, açılacak bir kapının, dönülecek bir yolun olduğu umudunu kaybetmediği öyküleri.
‘’İnsanlar; umudu insanların. Savaşta ya da barışta her zaman seven, sevilen, kimi zaman umudunu yitiren, kötüleşen, yalnız kendini düşünen, yanılan, koşullar yüzünden sevme yeteneklerini bile yitiren ama güzel bir müzikle yeniden doğan, güzel bir insana saatlerce bakabilen insanlar…
Ataol Behramoğlu’nun ‘’Bir Gün Mutlaka’’ adlı şiirinin ‘’Bir gün mutlaka yeneceğiz. Bunu söyleyeceğiz bin defa!/Sonra bin defa daha, sonra bin defa daha çoğaltacağız marşlarla/Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda’’ dizelerinin olduğu, Pınarbaşı, Kaçak, Sevda’’ adlı öykü, kitap içindeki öykülerin en umutlusu diyebiliriz. En umutlusu, çünkü yazar her ne kadar son iki dizeyi öyküye almasa da biliyoruz ki şiir ‘’Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla/Yürüyeceğiz çoğala çoğala…’’ diyerek son bulmakta.
Yazyalnızı, Behçet Çelik’ in ikinci öykü kitabı yine yazarın bir şiiri ile başlıyor. ne rüzgar vardı, ne kıyısı/fesleğenli sugözlerinin/çatlamış duvarlara, dökük surlara/incelip incelip vuran/her akşamüstü dağ başlarına uzayan/titrek gövdemi gönderdim/Bir yazyalnızına,
‘’Kaç zamandır aynı sokaklarda dolaşıyorum, bilmiyorum. Işıklı, vitrinli, insanlı sokaklardan daha loş ve sakin olanlarına vardım.’’ Diye başlayan ilk öyküyle birlikte okurun öykü kişileriyle birlikte, yalnızlığa yolculuğu başlıyor. Sucuklu Yumurta adlı bu ilk öyküde, öykü kahramanın sebebini bilmediğimiz bir nedenle ayrı düştüğü Nurhayat’ a olan aşkını öğreniyoruz. Nurhayat her ne kadar hiçbir öykünün ana kahramanı olamasa da ‘’Medaim Gelmese’’ öyküsünde de karşımıza çıkıyor ve adı hiç geçmese bile ‘’Gizem’’ adlı öyküde anlatıcıya ‘’Sende ötekiler gibisin, seni gizemli biri sanmıştım.’’ diyen sesin tınısında da Nurhayat’ ı duyar gibi oluyoruz. Yazar bu öykülerinde aşkı anlatıyor gibi görünse de yazar aslında aşkı yazmıyordur. İşinden çıkıp evine dönerken, Nurhayat’ la olan ilişkisinin bitmesi değildir öykü kahramanının derdi. Asıl dert gerçekten bir insanın bitmiş olmasıdır.
Behçet Çelik karakterleri oldukça tutumlu cümlelerle tasvir ediyor. Satır aralarına kısa çarpıcı cümlelerle sıkıştırıyor bu tasvirleri. Öyle ki, kitabın ‘’Şu Hayat Tuhaf Şey’’ adlı öyküsünde öykünün iki kahramanını kısacık bir cümle ile tanıtıveriyor okura. ’’Her cuma mutlaka telefonlaşıyoruz. Ya ben çeklerle, senetlerle uğraşırken o; ya o özne, yüklem, tümleç savaşındayken ben.’’
Kitabın genel teması olan yalnızlığın bin bir halini anlattığı öykülerde, bazen yaşlandığını düşünen birinin yalnızlığından söz eder. ‘’Yaşlılık mı? Kahretsin, yaşlılık, kimsenin dönüp bakmayacağını bildiğin halde, yalnızda olsan ağlayamamak olmalı’’ der, bazen ikiyüzlü çıkar ilişkisine dayanan samimiyetsiz selamlaşmaların getirdiği yalnızlıklar içinde kendini ‘’düşçü’’-ne güzel bir sözdür bu- diye tanımlar öykü kişisi. ’’Annemle iyi geçinen, günaşırı evinde ne pişerse gönderen komşu teyzeler hep dünya iyisi, tonton teyzeler miydi? Annemin soğukluğundan beceriksizliğinden dem vurup babama acıyan yok muydu aralarında?
Her iki kitaptaki öykülerin kahramanları yalnızdır ama Yazyalnızındaki karakterler daha bir yalnızdırlar. ‘’Oysa yıllardır kendisiyle konuşmaktan sesi kısık biriyim.’’ ya da ‘’Hiçbir sobanın üzerinde, ben varınca sofraya alınacak bir tencere inceden fokurdamıyor.’’ Diyecek kadar yalnızdırlar. Geçmişte bıraktıklarının ya da dönünce bulamadıklarının pişmanlığını yaşarlar. ‘’O günden beri ıhlamur çiçeği kokar o meyhane. O kokuysa sevilerden çok yitirişleri, enayilikleri getirir bana. Pişmanlıkları, ‘’Yapsa mıydım?’’ları.
Daktilo, kaset, mektup ve Joe Dassin’ in ‘’Salut’’ şarkısıyla geçmişin içine düşüverir okur. Behçet Çelik’ in öykü kitaplarını basım yıllarına göre kronolojik bir sıra içinde okursak değişen toplum yapısını ve değişen toplum yapısı içindeki sıradan insanları görürüz. Aslında hiç sıradan değildir bu karakterler. Sadece yıllar içinde sesleri kısılmıştır. İlk iki öykü kitabındaki karakterler doksanlı yıllarda yeni yeni orta yaşa doğru ilerleyen, yazarın kendi yaşıtlarıdır. 12 Eylül’de ortaokulun sonlarında lise yıllarının başlarında olan kişilerdir. 1970’li yılların kanayan sokaklarında büyümüş seksen darbesiyle tokatlanmış, doksanlı yıllarda içlerine düştüğü yalnızlıkla var olmaya çalışan bu kişiler bugün hala hayatta iseler İki Deli Derviş ve Yazyalnızında olduğu gibi 2000’li yıllarda da hep yalnızdırlar büyük ihtimal. Onca sancılı yılı deviren toplumun bu sessiz kahramanları içlerinde kopan fırtınaları dile getirememenin yalnızlığı içinde yaşayıp gitmektedirler. Bu yüzden Behçet Çelik öyküleri özgündür. Sıradan insanların görünmeyen duyarlılıklarını satır aralarına gizler ve hepimizin kendi kendimizin hem soytarısı hem kralı olduğumuzu vurur yüzümüze. [3]
Yararlanılan Kaynaklar
[1] İki Deli Derviş/Yazyanlızı-İletişim yayınları (1)
[2] Feyza Hepçilingirler-Öyküyü Okumak/Kırmızı Kedi Yayınları (2)
[3] İki Deli Derviş/Yazyanlızı-İletişim yayınları/Esin: Narin Bir Rüzgâr