https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Önce kokunu özledim, hani hiç tatmadığım. Sonbaharın müjdecisi sandığım yağmurların arkasında sırf seni aradım, herkes gökkuşağı hayali kurarken. Sonra kalbime ilikledim sesini, üşümeyeyim diye sert esen rüzgara karşı. Bir tek seni düşünmek korudu beni yalnızlıktan. Bu arada yalnızlık demişken, bilmem ne kadar zaman önceydi, hayatımda kimseye yer yoktu. Sana benzeyen birisi yalnızca ve yalnızca hayallerimde yaşardı. Sanki ona nefes verdi Gepetto Usta, sen çıktın karşıma. Ama tahtadan değil, ateştendi kalbin. Ben yandım. İyice köz tutuncaya dek kalbim, sevgilimin, karşımda duran ayna olduğunu hiç anlamadım. Bu bir kusur mu? Yani sevmek, aldanmak. Hepsi için yalan söylemek, her yalanı tastamam doğru kabul etmek. Bu bir yetenek mi? Yoksa mucize mi kalbimin geride kalanlarını toplayarak servet yapmak? Cevabı biliyordu. Ben sustum. Gözlerimi hiç ayırmadım yüzünden, o da söyledi ama söylerken dudakları hiç mi hiç kımıldamadı. “Eline sağlık Gepetto Usta” demekse bana kaldı.

Yalan söylemeyi, doğruları aşikar kılmaktan daha iyi becerebilen insanlar arasında kalıp, kaybolmaya yüz tutmuş duygularına sahip çıkmak isteyen bir kadının kararsızlığı karşımızda duran. Dev gibi bir görüntü. Kendisini ikna etmeyi beceremediği şeyin doğruluğu karşısında hem korkuyor hem de ümitleniyor. Hâlâ yalan söylediğini belli edebildiği için Pinokyo’dan farkı yok. Yaşadığı dünya ise kitaplarda anlatılanlar gibi değil. Bunu fark ediyor ama buna ayak uydurması yıllarını alıyor. Tam alıştım derken ise, ürkütücü kalabalıkta tek işitebildiği sesin kendisine ait olduğunu fark ediyor. İşte o gün, konuşmak için kimseye ihtiyaç duymadığı ilk gün. İşte o gün Pinokyo, ateşten korkmaya son veriyor. İşte o gün, aslında kadının gerçek doğum günü. İsminin konulmadığı ama kimliğinin belli olduğu.

Annesinin öldüğü gün sesini kaybettiğini fark ediyor kadın. Ve sonra konuşamadıkça, aslında bir sese sahip olmadığını, sadece annesinin öğrettiklerini uygulayarak bir sesi taklit ettiğini fark ediyor. Ve bu algı onu bir adım öteye götürüyor hemen. Düşünüyor, eşeliyor geçmişi. “Annem nasıl biriydi? Ne severdi?” sorularına verdiği tereddütlü cevaplar arasında, unutulmuşluk denizine bırakıyor annesinin hayatını. Kâh üzülüyor kâh gülümsüyor. Onu annelik dışında hiç önemsenmediğini, sadece sevmekle bencilleşen hayatının dışında bıraktığını ve insan olarak ona bir anlam yüklemediğini kendi kendine itiraf ediyor. Ve sonra sahip olmadığı sesin, aslında annesinin sesi bile olmadığını idrak ediyor ve düşüyor ruhsal olarak. Yüreğinde esmeye başlayan fırtına, tam böyle bir zamanda bir ütopya doğuruyor işte.

Ütopya bu ya. Ülkenin birinde, herhangi bir zamanda, Pinokyomuz kadın olmuş. Doğar doğmaz kurallarla örülü bir dünyada savunmasız hissetmiş kendisini. “Korkma. Yakında hepsi geçecek” demişler ona ama bir türlü geçmek bilmemiş. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermek, adeta yazı tura atmak gibiymiş. Erkeğin yaptığında övgü aldığı şeyi yapmak, onun için suçmuş suç olmasına fakat onu bundan daha fazla şaşırtan şey, hemcinslerinin de en az erkekler kadar kalın duvarlar örmesiymiş etrafına. Büyüdükçe hislerinin küçüldüğünü, yaşı ilerledikçe evinin, sokağının, hatta çevresinin daraldığını idrak etmiş. Hatta idrak etmekle de kalmamış, bir süre sonra kendini bir çocuğa karşı bile savunamayan, güçsüz bir varlık olarak görmeye başlamış. Ve ne yazık ki bu, kaskatı bir gerçekmiş. Şiddetin en cılızına dahi boyun eğmeyi sıradan bir görev saymış kendisine. Sesini yükselten birisine karşı susmuş, hem de o kadar çok susmuş ki, dilsiz dudaksız olduğunu düşünmüş insanlar. Ve o hareketsiz dudaklara bir de sıfat eklemişler: “Güzel.”

Hiç istememiş güzel olmayı. Hani herkes ister ya beğenilmeyi, övülmeyi. Onun öyle bir beklentisi olmamış. Çünkü inanmamış güzel olduğuna. Güzellik; hareketsiz, parlak bir dudak, kavisli bir vücutla özetlenirse, biliyormuş eninde sonunda başına gelecekleri. Düşünceleri olmadan, öyle yapayalnız, kimliğinden arındırılmış biçimde bir erkeğin karşısında çırılçıplak uzanıp kalmanın ne kadar utanç verici bir şey olduğunu biliyormuş, bunu hissetmesine bile gerek yokmuş. Kalbini evinin dışında, sokakta bir yerde unutsa, ne sevgilisinin umurunda olurmuş ne de dostlarının. Çünkü kurallara uyduktan sonra gerisi boşmuş. Ona susmasının yanında en çok öğütlenen şey, gözlerini kapatmamasına rağmen, hiçbir şey görmemesiymiş. Yalan söyleyemediği gibi, kör olmuş Pinokyo. Kör, lâl, kalpsiz, hissiz, düşüncesiz. Yani tam istenildiği gibi bir kadına dönüşmüş zamanla.

İşte insanın elinde kalan nihai sırdaşının ve tek sevgilisinin kendisi olmasıyla sona eriyor bu ütopya. Kadın nazikçe öldürüyor duygularını etrafındakilere karşı. Ama bıçağın en sivrisini muhakkak kendisine batırıyor. Kan yok, şiddetse çoğunluğun ezbere bildiği biçimde tezahür etmiyor. Nefret ve sevgi, birbirinden bağımsız iki değerli parça. Mutluluk sürekli kavga ediyor huzursuzlukla. Stres, uykudan bir önce; rahatlama ise, uykudan bir sonra. Arada geçip giden tüm zamanlar hayatın dışında sanki. Yaşıyorken, nefes almaya kısa bir mola vermek gibi. İşte o mola da bile oyunun kuralları en başından belli: “Ses çıkartmak yok.”

“Uyandığımda Sesim Yoktu” usta yönetmen Tamer Levent rejisiyle seyircinin karşısına çıkmış, günlük hayatımızı özetleyen bir oyun. Orijinal adının “Mouthpiece” olduğunu ve 2016 sezonunda “Toronto Tiyatro Eleştirmenleri” tarafından “Yılın En İyi Kanada Oyunu” seçildiğini belirtirsem, oyunun değeri ve ağırlığı daha iyi anlaşılır sanırım. İki büyük oyuncu, kocaman bir evreni, minicik bir dört duvarın arasına sığdırıyor. Burcu Görek ve Dilşad Çelebi, yalnızca bir kadını değil, aynı zamanda tüm olabilirlikleri izleyiciye yaşatarak ve duyumsatarak sunuyor. Enerjilerine diyecek söz yok. Burcu Görek’i takip etmeye kalktığım her an oyun beni esir aldı, o kadar sahiplenmiş ki o kadını…Bir kadını el ele verip mükemmel biçimde tamamlamışlar. Onları seyrederken kısa süreli bir rüya görmemeniz olanaksız. Kendilerinin de açıkça ifade ettiği gibi: “Çok çalışılmış ve özgürleştirilmiş bir oyun.” Buram buram emek ve incelik kokuyor. O yüzden sahnedeki tempoya alışan gözlerimiz, uyanmak ile uykulu kalmak arasında gidip gelirken, en çok içine, tam yüreğine doğru bağırıyor insan.

 

Uyandığımda sesim yoktu. Çünkü rüyamda gördüklerime konuşmak diyordum. İnsan uyumayınca, hele bir de gözleri ardına kadar açıksa, konuştuklarını kendisi için değil, başkaları için sarf ediyor dudaklarından.

Uyandığımda sesim yoktu. Çünkü uykunun bana verdiği özgürlükten eser yoktu insanlar arasında. Dinlemek, konuşmaktan daha fazla değer görüyordu.

Uyandığımda sesim yoktu. Çünkü bana ait bir ses belki de hiç olmamıştı. Ben onu yalnızca hayal etmiştim. Evet. Upuzun, yıllar süren bir hayal.

“Uyandığımda Sesim Yoktu”, uzun yıllar hafızanıza iz bırakacak, “a cappella”ları ile gövde gösterisine dönüşen, bir özgürlük kabullenme biçimi. Yaşadığınız şehre gelmiyorsa bile, siz muhakkak bu oyuna gitmelisiniz. Şimdiden iyi seyirler dilerim.