“Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum.”*
Bazı şeyler böyle; bazı hisler, bazı kavramlar, bazı yaşanmışlıklar. Hiç sorulmazsa birlikte yaşadığımız, yanı başımızda olup fark etmediğimiz. Varlığını sorgulamadığımız. O kadar eminiz ki her şeyi bildiğimize. Durup düşünmezsek akışkan bir sıvı gibi karışıyoruz hayatın damarlarına. Fazla sorgularsak bilmenin yakıcılığında yok oluruz diye biliyormuşuz gibi yapıyoruz.
Soyut kavramlarla aramız iyi değil. Bazılarını sadece anlayanlar susuyor. Anlayınca anlatmak ihtiyacı da doğar ya hani, böylesi bir bilmekte doğmuyor. Susarak aktarıyor anlayanlar, gerçekten bilenler onlar.
Hayat mesela işte, içinde yaşarken, ne olduğunu sorgulamazken nasıl da biliyoruz, nasıl da koşuyoruz. Ne çok planımız, hevesimiz, ümidimiz var. Gerçekten yaşamanın, her bir anı duyumsayarak, dolu dolu yaşamanın ne olduğunu tahmin bile edemezken, bu bilmemezliğimiz bizi hayat cahili yapıyor. Ki belki de yaşamı devam ettirebilmenin sırrı bu. Cahillik en büyük mutluluktur derken bunu kastediyor olmalılar. Peki ya ölüm, o yanımıza yöremize uğradığında neden gözümüze fener tutulmuş gibi kalakalıyoruz? Onun bilinmezliği aşikar, ama hiç üzerine düşünmediğimizde, sanki zaten hiç yokmuş gibi geliyor. İşte alın size bir bilmemek hali daha.
Bir de neyi bilmiyoruz biliyor musunuz, ah doğru ya mutlaka biliyoruzdur(!)Kendimizi! Çok iyi bir ana baba olabilirsiniz, çok iyi bir evlat, eş, dost, çalışan, patron. Peki çok iyi bir “kendim”im diyebiliyor muyuz? En iyi davranmamız gereken kişi, varoluş çemberimizde gerçekleştirince en mutlu olacağımız rol kendimiz iken, en olmayı unuttuğumuz da yine kendimiz olmuyor muyuz…Biliyor muyuz kendimiz ne haldeyiz, ihtiyacımız ne; neyimizi eksik bıraktık, hangi yaraları sarmadık, yaranın inceden sızladığını bilmediğimizden. Yoksa bilsek altından kalkamayacağımızdan mı yine biliyor gibi yapıyor ve yabancılaştığımız “kendim”lerle yaşıyoruz…
Bilmediğini bilmek büyük bir erdem olarak kabul edilir. Belki de zorluğundan ve derin bir farkındalık gerektirdiğinden. Bilmenin engin sularında kaybolmak mı, bilmemenin kıyılarında tatlı tatlı salınmak mı, siz ne dersiniz?
*Hasan Ali Toptaş, Bin Hüzünlü Haz, İletişim, 2015