Trond, 70’lerine merdiven dayamış, dünyadan (veya kendinden) kaçmaya çalışırken kuzeyde sakin bir kasabaya yerleşmiş bir adamdır. Önce gündelik hayatından bahsederken davranışları bir miktar garip gelmektedir. Tam bu dikkat çekmeye başlamışken ve konu konuyu açarken 1948 yılında, babasıyla yaşadığı, onun için unutulmaz bir yazı anlatmaya başlar. Burada dikkat çeken bir soru karşımıza çıkar:
- Bölüm (Sf. 11-20)
Trond dünün haberlerini izleyerek, dünün bulaşıklarını yıkayarak güne başlıyor. Yaşı hakkında çok bir şey hissetmiyor. Bir şeyler yaşadığı belli, unutmak mı istiyor, yoksa yaşadığı anılara mı tutulu kalmış vaziyette?
Azıcık Coğrafya
Trond’un iç dünyasına girmeden önce 1948 yılının dünyasına bakmak faydalı olacaktır. Almanlar Norveç’i terk etmiş, Rusların giderek hakimiyet kazanmaya çalıştığı bu bölge belki de kuzeyde ve unutulmaya uygun bir coğrafya olduğu içindir, günümüzde refahın anavatanı olmuş durumda.
Tabii mesele sadece savaşla kalmıyor, Petterson dönemin edebiyatına ve ülke koşullarına değinme fırsatı buluyor. Knut Hamsun’un Nazi sevici biri olduğundan bahsederken o kadar naif bir şekilde bahsediyor ki o meşhur olayın gerçekliğini kanıtlıyor adeta. * Nazilerin kontrolü sırasında çantadan çıkan kitaplardan şu şekilde bahsetmektedir Petterson:
“Hamsun’un iki kitabını bulmuşlardı; Pan ve Açlık, ki bunları kolayca kabul edebilirlerdi, ama asla kuşku uyandıracak bir şey bulmamışlardı.”
*II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya kaybedince Nazi seviciliği ortaya çıkan Hamsun halk tarafından protesto edilir. Halkın yaptığı tek şey kitaplarını evinin önüne koymaktır.
Ayrıca konu kuzey olunca Finlandiya’dan da bahsediliyor. Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabında bahsedildiği gibi bataklıklar ülkesi anlamına gelen Finlandiya, kelime anlamının karşılığı olan bir ülkeydi zamanında. Trond’un babası üzerinden ise şunları duyuyoruz:
“Şu İsveç’e gidelim bakalım,” dedi, “bütün topraklar sular altında kalıp da geriye yalnızca Bottenvika ve karşı tarafta Finlandiya kalmadan önce. Zaten şimdi Finlandiya bir işimize yaramaz.”
Trond ve Hikayesi
Erkekliğe yeni yeni adım atan Trond için zaten çok göremediği babası önemli bir figürdür. Bu yüzden hali hazırda kırk yılın başı görüştükleri babası ona 1948 yılında yazın yapacağı tomruk işi için onunla gelmesini teklif edince aşırı heyecanlanıyor. Sonradan savaşta komünistlerin tarafında olduğunu öğreneceğimiz babanın bir adı yok da yok. Varlığı kısıtlı ancak etkisi çok derinlere ulaşıyor.
Yaz gelip de tomruk işi için gittikleri yerde yaşananları Freud görse sakalını kaşıyarak gülümserdi. Erkekliğinin yenice farkına varan Trond, alfa erkek olan babası ve çiftlikte birlikte iş yaptığı yakınları Trond’a karakterini inşa ederken ilham kaynağı oluyor.
Ufak kardeşleri tüfekle oynarken trajik bir şekilde bir kardeşini kaybeden Jon karakteri her ne kadar hikayede çok fazla yer etmese de Trond için babasıyla neredeyse aynı derecede rol model oluyor. “At çalmaya gitmek” deyimini ilk defa Jon’dan duyuyoruz.
“Jon’un bana öğrettiği şey pervasız olmaktı; kendimi rahat bırakırsam, önceden çok fazla düşünüp duraksamazsam, yapmayı hayal bile edemeyeceğim şeyleri yapabileceğimi öğretmişti.”
Bir parantez açmak gerekirse burada “at çalmak” aslında çocuklar için komşu çiftliklerindeki atlara binip bırakmaktı. Sonradan öğreniyoruz ki bu aynı zamanda komünistlerin kendi aralarında kullandıkları bir kod ve Jon bunu onlardan öğrendikten sonra yaptıkları şeye de aynı ismi takıyor. Yaşlı Trond’un bildiğimiz dünyadan kaçıp kendini her şeyden soyutlayarak doğaya teslim etmesi de “at çalmak” ile birleşince ince bir kapitalizm eleştirisi olarak karşımıza çıkıyor.
Jon, yaşanan bu trajediden sonra ortalıktan kaybolur. Sonrasında başına neler geldiğini garip bir tesadüf ile öğreniriz. Yanlışlıkla kardeşini vuran ufak Lars’ın, Trond’un yeni yerleştiği yerdeki komşusu olduğunu öğreniriz. Ee tabii, bütün erkekler bir yerlere kaçıyor, ortalıktan kayboluyor ama nihayetinde dünya küçük.
Trond’un Norveçce’de anlamı “büyümek ve gelişmek” olması burada yazarın bilinçli olarak tercih ettiği bir şey mi bilinmez. Zira bir röportajında II. Dünya Savaşı olaylarına da “neden olmasın?” Demesi üzerine girişiyor. Dolayısıyla, “neden bilinçli olmasın?” Diyerek devam edersek Trond “büyümek ve gelişmek” için deyim yerindeyse etrafındaki insanlardan aşırı feyz alıyor. Babasının kitabın belirli yerlerde söylediği şu cümlenin, Trond yaşlandığında ne kadar derinlerine etkidiğini zamanla fark ediyoruz:
“Canımızın ne kadar acıyacağına kendimiz karar veririz.”
Trond bu cümle üzerinden öyle bir etkiye giriyor ki kendiyle ilgili her şeyi kontrol edebileceğini sandığı bir sanrıya giriyor. O kadar derine batıyor ki gördüğü bir rüyada bu durumun nasıl bir korkuya dönüştüğünü görüyoruz.
“Benim hayatımda değil,” diye bağırdım, ağlamaya başladım, çünkü bir gün bu anın geleceğini biliyordum ve dünyada en çok korktuğum şeyin Magritte’nin tablosunda aynaya bakarken sadece kendi kafasının arkasını gören adam olmak olduğunu anlamıştım.
René François Ghislain Magritte– Çoğaltılamaz
Kitabın neredeyse tamamı “babalar” hakkında geçerken silik kalan anneler assolist olarak sonda sahneye çıkıyor tam olarak. Babasının onları terk ettiğini bir mektup ile öğrenen Trond, annesi ve ablası aynı zamanda babasının onlara miras olarak bıraktığı tomruk ticaretinden elde ettiği parayı İsveç’te bir bankaya yatırdığını da öğrenirler. Annesiyle bir tren yolculuğu yaparak İsveç’e giden Trond, babasının miras olarak sadece 150 Kron bıraktığını öğrenir. Anne oldukça bozulur ancak kitap boyunca yapmadığı bir hareketi yapar ve vakur bir şekilde bu parayı oğluyla birlikte eve dönmeden önce harcar.
Miras olarak 150 Kron ve terk edilmişlik bırakan babaya en azından kendisine özel bir hoşça kal demediği için de darılırken babası aslında ona ömür boyu taşıyacağı bir miras daha bırakmıştır. Bunu yaşlılık döneminde anlıyoruz.
İnsanlık tarihi boyunca tekrar eden babaların evlatlarından kaçması, çocukların terk edilmesi ve bu çarkın durmadan dönmesine Petterson bu hikaye ile çok güzel bir şekilde değiniyor. Hikaye ilerledikçe anlıyoruz ki Trond babasına dönüşmüştür ve doğaya kaçan erkek profilinin arkasında ailesini bırakan bir erkek daha olduğu görünmektedir. Sanırım her şeyi kontrol etmeye çalışmanın sonucu hiçbir şeyi kontrol edememek oluyor.
Sonuç
Kuzeyli yazarların tabiatından kaynaklanıyordur belki de anlattıkları şeylerin bir kenarında doğa adeta bir karakter gibi karşımıza çıkar. Kullandıkları kelimeler de ne kadar afili olursa olsun hiç zorla yazılmış gibi durmaz, sırıtmaz. İster yeraltı edebiyatı olsun isterse normal edebiyat olsun, bu insanların naifliği ve hayatı adeta bir adım geri atarak izlemeleri sadece onlara özel mi acaba diye düşündürtüyor insana.
Baba, doğa, savaş ve edebiyat kavramlarını bir potada eritip bize sunan Petterson, kitabın özeti niteliğinde olan bir soruyu favori yazarı olan Dickens’ın David Copperfield karakteri üzerinden okuyanlara iletiyor:
“Kendi yaşamöykümün kahramanı ben mi olacağım, yoksa bu yeri başka birisi mi ele geçirecek, bu sayfalarda göreceğiz bunu.”
Ufaktan Oidipus kompleksine bağlanan bu hikaye sadece Trond’un değil, bütün insanlığın trajik hikayesidir. Kaçtığı şey haline gelen insanlığın bitmez tükenmez mücadelesi yine kendini gerçekleştiren kehanet olarak bu kitapta da karşımıza çıkıyor.