https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Bir defa oldu bu. Konuşmak yerine sustuk. Uçsuz bucaksız sayfalara yazılmış düşüncelerimizi okuduk, gülümsedik. Evet demedik ama hayır demek de hiç içimizden gelmedi. Telefon etmedin, kapımı da çalmadın. İçeri girmen için geri çekildim, üzerinde var olan tereddütleri soymak zordu. Ama yine de geldin. Bir defa oldu bu. Konuşmayı değil, anlatmayı başardık. Gerçekler zaman kaybıydı, kelimelerse aksine çok aceleci. Yağmurdan sonra mis kokan tertemiz sokaklar gibi kara teslim olmamış nefeslerimiz, saatler sonra doğruldu, ayağa kalktı. İkimiz de biliyorduk. Bu ilk ve tekti.

Yalanlarımız gömülmüştü birbirine. Biraz şarap içer, iyice sarhoş oluruz dedik, ona da gerek kalmadı. Yarım kadehten sonra görünmez olduk. Varlığının üzerinde kısa bir tur atan nefesimi, yalanlarının geri kalanında gezdirmem için uzanmıştın boylu boyunca. En güzel yalanı söyleyebilecek kadar dürüsttük, tuhaf. Uydurduğumuz hikâyelerin izleyicisini büyüleyen kahramanları oluverdik bir çırpıda. Ve bu sayede ikimizden başka kimsenin bilmediği bir dili konuşmaya başladık. Dayanamadım, soru sormayı bir kenara bırakıp kendi hikâyemin üzerine kondurdum nefesimi. Sen susunca, haliyle üzerimizde tek bir giysi bile kalmadı. Sıra sana gelince bana sarıldın. Yakalanacağını bile bile bir sürü yalanla donattın bedenimi. Unutulmazdı başka birisi olmak ve olmaya çalıştığın kişiyi ele verir vermez tekrar farklı bir yolculuğa birlikte çıkmak. Yani ikimizin de hafızasında tapu elde edebilecek bir geceydi bu. Ama biz tartıştık. Sonra barıştık, oynadık, güldük, öfkelendik ve bazen sevişir olduk. Bunu bir daha yaşar mıyız bilmem. Ama tek seferlik olsa bile… Birden fazla insan olmayı becerebilmiştik biz o gece.

 

İnsan yeri gelir yalnızlığı da sever, yoksulluğu da. En kötü hikâyenin içerisinde acınası bir yüz olmak ve ağlamadan o yüzle, karşındaki insanın duygularını mağlup etmek de pekâlâ iyi hissettirebilir bizlere. İlla ki adı olmamalı bunun veya bir isimle çağrılmamalı duygularımız. Onlara sahipken içimizde artan boşluk, ölmekten de büyük bir şey belki de. Gözler açık, zihinler pazarlıkçı, kalplerse utanmayı unutalı epey bir zaman olmuş. Ama hikâye devam ediyor ve hayat, eline geçirdiği her şeye zulmetmekte özgür. O yüzden ondan kaçmaktan başka çaremiz yok. İşte buna inanan her insan, şayet yeterince isterse saklanmayı becerebilir. Biraz susar, biraz konuşur. Gözleri nefesinden daha uzaklara koşar ama tökezlenip yere düşmesi de, yüzüne çarpacak herhangi bir bakışa bağlıdır. Aynasız bir evde, yabancı birinin yüzü ve sözleriyle…

 

Diyalog ustası kabul denilen Melih Cevdet Anday’ın unutulmaz eserlerinden bir tanesidir “Mikado’nun Çöpleri.” Tiyatro metinlerini bazen okumak zordur. Kişiler uzun uzun anlatılmadığı ve mekâna ait detaylar tasvirlerle verilmediği için, insanın gözünde canlanmaz karakterler. O yüzden tiyatro metni okuyacaksanız Melih Cevdet Anday ile işe başlamak, mantıklı bir tercihtir. Çünkü tempolu, akıcı ve yer yer şiirsel konuşmalar sizi alır götürür. O kadar canlı ve gerçekçidir ki dudaklardan dökülenler, kelimelerin sahiplerini kafanızın bir köşesinde yaratıverirsiniz ister istemez. Mekânsa kaba bir tarifle başlasa bile, artık zihninizde adım adım büyüyen bir yoldur. Tabana kuvvet, bacaklarınız et kırana kadar yürürsünüz.

“Mikado’nun Çöpleri”, tüm bu saydığım özellikleri kesinlikle bulabileceğiniz bir eser. İnsan doğasını en ince ayrıntılarına kadar işlerken, basit, gösterişsiz bir olay örgüsü ile yola çıkmış. Bugün geldiğimiz yabancılaşma ve yalnızlık hislerini yıllar önce yalın bir anlatımla kotarmış olması, Melih Cevdet Anday’ın kaleminin ve analizlerinin kuvvetinin övgüye muhtaç olmayan ispatıdır. Karlı bir kış gecesi yolda kalmış bir kadın ve çocuğunu evine davet eden genç adamın, gece boyunca kadınla konuşmaları ve karşılıklı anlattıkları hikâyelerin arkalarında gizlenenleri keşfetme çabaları oyunun temel konusu. İnsanın yaşam tecrübesinden geriye kalan hikâyesini özetlemeye çalışırken en doğru seçeneğin, yalanlarla örülmüş bir duvarın içerisine yerleştirdiği kalbini gizlemek olduğunu başarılı biçimde ifşa eder iki perdelik oyunuyla Melih Cevdet Anday.

Aslında basit bir oyundur Mikado’nun çöpleri. Ama oyundan ziyade gerçek hayatın ta kendisidir de. Çöpleri toplamak gibidir insanın katmanlarını keşfetmesi. Derisinin altında can değil hiçlik, ruhunun arkasında heves değil gizem saklıdır. Kendine uydurduğu hikâyenin verdiği konforla istediği kişi gibi görünmeye çalışırken, karşısında duran bir çift gözün, bakışlarından daha fazla beynine inandığını unutur. Konuştukça susar aslında. Anlattıkları derin bir sessizliğin altına gömülür ama fark etmez. Sustuğu zamanlarda ise sobelenmeyi bekleyen küçücük bir çocuk olur. Sonunda yalanların hepsi paldır küldür yere düşer. Hiçbirisi kırılmaz, dökülmez, parçalanmaz. Onları toplamak her zaman kolaydır. Tekrar, bir başkasına söylenebilmek için sahiplerinin cebine tıpış tıpış girer her biri.

Bugün de aynı şeyi, daha cesaretsiz biçimde sosyal medya aracılığıyla yaptığımızı düşünürsek, “Mikado’nun Çöpleri” kısa süreli maskeler icat edip, tek bir cümleyle ortaya çıkabilecek yalanları dört bir yanımıza savurur. Bazen güzel bir fotoğrafın arkasında, bazense bizim olmayan bir sözün hemen altında, uzaklaştığımız kişinin gölgesinden daha büyük birisi oluveririz. Ve bu büyüklüğü kontrol etmenin en güzel yolu, öncekinden daha afili bir yalan söylemektir diye düşünürüz. İşte böyle böyle çöpler çoğalır ve onları toplamak, hünerli bir ele kalır. Yani herkesin yabancı tarafını aynalara ihtiyaç duymadan ortaya döküp saçabileceği bir özgürlükten fazlası değildir “Mikado’nun Çöpleri.”

Şanslıysanız tiyatro sahnesinde bu oyunu izlemeden geçmeyin derim. Böyle bir ihtimal yoksa da muhakkak metni alıp okuyun. Sayfa olarak kısa olmasına rağmen, roman uzunluğunda yoğun ve lezzetli bir anlatım var çünkü. Bir yabancıyı tanımak için değil, en iyi tanıdığınız kişiye yabancılaşmak için gelin Mikado’nun çöplerini birlikte toplayalım.