Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp; bedeninden salgıladığı ve kendi salgılarını çöp olarak algılayan insanoğlunun bu salgılarıyla yüzleşmesi ve gerçek çöpün aslında ne olduğunu idrak edebilmesi adına Ömer Faruk’un oldukça farklı bir üslup ile kaleme aldığı Yeni İnsan yayınlarından çıkan kitabı. İnsan sadece tükettikleri sonucunda ürettiği çöpü değil, kendi bedeninin ifrazatlarını da kutsalın dışına iter ve kendi ifrazatını yaftalar. Yaftalanan ifrazat artık tahammül edilemezdir. Tahammül edilemez olansa iğrenç. İğrenç sapkındır ve bu sapkınlık karşısında toplum tek yürek olur. İşte bu sapkın olarak nitelendirilen iğrenç algısı duvarların inşasına neden olmakta ve kollektif kabullenişin de desteğiyle ulus-devletler kendisinden olmayanı saf dışı bırakmak adına Çin Seddi, Berlin Duvarı ve İsrail Duvarı gibi duvarları inşa eder. Ömer Faruk metnin genelinde şu soruyu sormaktadır. Örülmüş olan duvarlar onları üretenlerin etik ve estetik değerlerinin bir göstergesi olduğu kadar kollektif bir kabullenişin de sonucu değil midir? Kollektif kabulleniş söz konusu olmasa duvarlar örülebilir mi? Yazar bu noktada; aynı yanlış düşüncenin döngüsünden kurtulamayan kollektif bilince düşüncenin kendisine dönmesinin gerektiğini hatırlatmaktır.
Ömer Faruk’un sorularımıza verdiği kapsamlı cevapları keyifle okumanız dileğiyle.
Değişik bir üslupla kaleme almışsınız kitabınızı. Üç bölümde okumak mümkün. Konu ile ilgili düşüncelerinizi aktardığınız bölüm, metne paralel ilerleyen dipnotlar ve fısıltı adını verdiğiniz diğer bölüm. Biraz bu farklı üslubunuzdan söz edebilir misiniz?
Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği’ni kaleme alırken fark etmiştim: Düşünce, kendisi üzerine düşünmüyorsa düşünmüyordur. Oysa biliyoruz, “düşünce, kavram yaratmaktır.” Kavram yaratılmamışsa düşünce de üretilmemiştir; sorun çözme aracı olarak başvurduğumuz düşünce de yok demektir. Bu da bizi “düşünce mevcut değilse sürekli bir kriz içerisinde yaşıyoruz” saptamasına taşır.
Bu cümleler zihnimi sürekli kurcalamaya ve yazı üzerine de düşünmeye davet etti. Her ifade biçiminin kendine özgü bir tarzı olduğunu biliyoruz: Şiir, roman, felsefe, sinema, siyaset… kendilerine özgü ifade tarzları içerisinden söz alırken diğerlerini ister istemez dışarıda bırakır. Tek bir yazı kalıbı da yazının paydaşı olduğu bir soruna işaret eder. Bunları fark edince “bütün ifade kalıplarını kullanayım, hiçbirini dışarıda bırakmayayım” diye düşündüm. İfadenin zayıfladığı yerlerde gerekiyorsa şiire ya da kurguya başvurmaktan çekinmedim. Adorno’nun deneme üzerine yazdıkları da beni cesaretlendirdi.
Dipnotlara gelince… Öteden beri meta anlatıların dipnotları küçümsediğini içten içe düşünür, kendimi dipnotlara daha yakın hissederim: “Ğ” ve “J” harflerine kendini daha yakın hissetmek gibi bir şey bu… Harfler arasında bile bir eşdeğerlik yoksa yazı neden masum olsun ki? Öyle bir metin kaleme alayım ki dipnotların ağırlık oranı ana metinden daha az olmasın, gerilla gibi beklenmedik anlarda ve yerlerde ana metne bile müdahale etsin, dinamik bir tempo oluşsun istedim. Becerebilirsem dipnotların ana metinden daha etkili olduğu bir metin kaleme alma özlemimi de biriktirdiğimi söylemeliyim.
Fısıltı ise kitleyi değil tekil bir kulağı talep eder, –iki kulağı bile değil tek bir kulağı. Meta anlatıların taşıyıcısı olan ana metin yüksek sesle ve kürsüden konuşur ve her yüksek ses gibi kitle arzusu içerisindedir. Fısıltı ise hem tekil bir kulağı hem de dinleme arzusunu, yoğunluğunu talep eder.
Yazmak ve okumanın, anlatmak ve dinlemenin hem “mahrem” hem de “biricik” ifade aracıdır fısıltı. Ağız ile kulak arasındaki mesafenin en az olduğu, tanığı ve seyircisi olmayan bir ilişkinin taşıyıcısıdır…
Yazı, belki de bir tek fısıltıyla kendisini temize çekebilir.
Yanılıyor muyum?
Besim. F. Dellaloğlu’nun önsözde değindiği gibi kitabın kaleme alınmasının nedeni, Platon’dan Spinoza’ya, Marx’tanWeber’e, Derrida’dan Mevlana’ya neredeyse hiçbir düşünürün çöpten söz etmemiş olduğunu fark etmeniz. Görünmeyeni görünür kılma ya da görülmek istenmeyeni okurun gözünün önüne getirme isteği demek de mümkün. Zor değil midir insanı kendisiyle yüzleştirme çabası?
Adorno, “Bütün, yanlıştır!” diyor. Bu iki sözcüğün içerdiği yoğunluk ve çağrışımları müthiştir. Son Deha başlıklı bir kitabın yazılmasına neden olan; aydınlanma topraklarında, Avrupa’nın göbeğinde yirmi milyon insanın neden ve nasıl öldürüldüğünü anlamaya ömrünü harcayan bir düşünürden söz ediyoruz. Sorduğu sorularla “iyi ve kötünün”, “ahlak ve ahlaksızlığın” içeriğine hamle yaparak “suç” işlemeyi göze alan bir şahsiyetin kullandığı iki sözcük bu.
Kitapta sözü geçen düşünürlerin birçoğu “bütün” oluşturma, yukarıdan aşağıya monolitik bir toplum yaratma kaygısıyla düşünce tarihinin koordinatlarını oluşturmuş şahsiyetler. Soruyu, şüpheyi, merakı, yaratıcılığı, öngörülemez olmayı pek dikkate almamışlar; “parça”yı ise hiç dikkate almamışlar.
“Bütün”ün harcının toprak, kan ve din ile karıldığını ise biliyoruz; varılan nokta ulus devletler ve vazgeçilmez ortağı olan din. Bu ortaklık ise pan-kapitalizmin doğumuna zemin hazırladı; dikkatli bir gözle tarandığında görülecektir, dağarcıklarında kapitalizm eleştirisi yok denecek kadar azdır. Gelinen noktada yol verdikleri canavarın kurbanı olmuş, pan-kapitalizmin satış temsilcilerine dönüşmüş, kendi mezarlarının bekçisi olarak ömürlerini tamamlamaya mecbur bırakılmışlardır.
Bütün, bütünün kurdudur.
Her bütün, bütün dünyaya el koyma özlemiyle kendisini var eder ve örgütler.
Ama “piyasa olarak dünya”yı ele geçirmeyi amaçlayan son bütün; “toprak”, “kan” ve “din”den türetilmiş sınırlara aldırış etmez.
Tek bir merkezi, ırkı, ahlakı, hedef alınabilecek bayrağı, lideri ve örgütü, davranışlarını sınırlayan yasası yoktur: her yerlidir, yasasız ve ahlaksızdır.
Sözü geçen düşünürler “parça” üzerine düşünmüş olsalar, ister istemez, “çöp” üzerine de düşünmeye başlayacaklar ve kendi düşüncelerinin kurbanı olmayacaklardı.
Sevgili Dellaloğlu büyük bir incelik ve özenle kaleme aldığı yazısında düşünce tarihini domine eden bu şahsiyetlerin çöpten hiç söz etmedikleri vurguma dikkat çekti. Sağ olsun. Umarım bu kitap çöp üzerine daha çok düşünmemize neden olur.
“Baharatlı sohbetler sofrası” bölümünde; sanat ve sanatçıdan söz ediyor, bazı anılarınızı anlatıyorsunuz. Toplumun dönüşüm ve değişiminde ya da dönüşemeyip değişememesinde sanatçının payı var mıdır? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Eğer bir politik, ekonomik ve kültürel krizden söz ediyorsak sanatçıya dair bir krizden de söz etmemiz gerekir. Fizikteki birleşik kaplar yasası sosyal bilimlerde de geçerlidir. Ama bizdeki “kültür-sanat camiası” sözü aktaran olduğu için kendisi üzerine söz almaktan sakınır, kendi payına düşeni üstlenmekten kaçınır hep. Bu kısırdöngü kırılsın istedim. Tanık olduklarımın, duyduklarımın bir kısmını paylaşarak kültür-sanat camiasının pek de masum olmadığını göstermek istedim.
Biliyoruz, sanatçı uçsuz bucaksızlıktan beslendiği için ufku geniş, ufku geniş olduğu için de yasadışılığa, “suç” işlemeye yatkındır; gündeliğin politik tezahürlerine tenezzül etmez, “yok-yer”den söz alır. O suç işlemezse politikacı suç işler. Politikacı düşünce üret(e)mediği için onun işlediği suça biz maruz kalırız.
Örneğin İlhan Selçuk’un EliasCanetti’ninKörleşme’sini okuyamayıp atarken, yazarı “Yahudi” diye aşağılamasını kültür-sanat camiası görmezden gelmeyi tercih etmedi mi? Ya da telif hakları serbest kalınca George Orwell’in kitaplarını art arda yayımlayanların yazarın İspanya İç Savaşı’na katılmasından hiç söz etmemelerinin nasıl bir açıklaması olabilir? Yazar hem yazdıkları hem de pratiği ile suç işlemekten sakınmazken kültür-sanat camiasının yazarı ve yazdıklarını salt “meta” olarak ele almaları hoş görülebilir mi? Şu an 1984’ün yetmişten fazla çevirisi var. Bu da Orwell’in işlediği suçu kültür sanat camiasının yağma ettiğine ama benzer bir suçu işleme cesareti göster(e)mediğine işaret etmez mi?
Ya da Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf adlı kitabının yine yetmişten fazla yayınevi tarafından yayımlanırken devletin öldürme tarihini baz alarak harekete geçmelerinin utanılası bir yanı yok mudur? Cinayetin pasif suç ortaklığı değil midir bu?
Bu kitapların kültür-sanat dergilerinde ilanlarının çıkması, bütün kitapçılarda satılıyor olması bir kültür-sanat camiası sorunu olduğunu göstermez mi?
Bu kadar çok 1984 ve Kuyucaklı Yusuf’a gerçekten ihtiyacımız var mı?
Bu kadar çok editör, çevirmen, redaktör ve düzeltmen bu sorunun parçası değil mi?
Oysa her sanat yapıtı bir öncekinin sonunu getirmekle yükümlüdür.
Peki, öyle midir?
Kitap zamanla kendi atıklarını kutsalın dışına atan ama her geçen gün ötekileştirdiği bu atıklara dönüşen insanı ele alıyor. İnsanın kendisiyle barışamadığı bu süreç yaşadığımız çağın tutarsızlığını oluşturuyor diyebilir miyiz?
Cevap bütüne, soru parçaya aittir. Bütünü sorgulayan soru ile bütünü güçlendiren soru arasında da fark vardır. Bu da bizim cevabı olmayan sorulara çok ama çok ihtiyacımız olduğuna işaret eder.
Örneğin: Az yazan münzevi Abdûlgaffar el Hayatî’nin şu yüklü sorusuna bakalım: “Ne oldu da yabanıl varoluşunun kaynağını kendi dışında aramaya başladı?”
Theodor W. Adorno ve FrédéricGros’u arkalayarak bir cevap vermeyi deneyelim: İnsanın kendisine verdiği en önemli zararlardan birisi ben diyerek söz alması gereken yerde biz diyerek kendisine hakaret etmesi ve aşağıla(n)mayı hayat tarzı olarak benimsemesidir.
Dünya Devleti, Tanrı Devleti ve Pan-kapitalizm kavramları kitapta sıkça karşılaştığımız tanımlamalar. Pan-kapitalizmin toplumun tüm kutsallarının yerini aldığını ve bu yeni kutsalın tapınaklarının ise çokuluslu şirketlerin gökdelenleri olduğunu söylüyorsunuz. Pan-kapitalizm için dokunulamaz/değiştirilemez bir kutsal diyebilir miyiz? Yoksa bir umut var mı?
Gezi’de taşınan pankartlardan birinde, “İnsan önüne sorun olarak koyduğu şeyleri çözer,” cümlesi vardı. Öncelikle sorunun bir başkası değil kendimiz olduğunu kabul etmemiz, düşünce dünyamızdan ulus devlet ve din terminolojisini temizlememiz ve hareketli ve hareketsiz tüm canlı türlerinin kayıtlı olduğu yeryüzü’nü bir hakikat mekânı olarak kabul edip insan merkezli düşüncenin açmazlarını önümüze sorun olarak koyarak yeniden düşünmemiz gerekir.
İnsan tasarımı olan dünya kendi kendini yok ediyor.
Hareketli ve hareketsiz canlı türleriyle insanı eşdeğer kabul eden, onların yaşama alanlarına müdahale etmekten vazgeçen yeni bir kamusallık tarifine ihtiyacımız var. Yanı sıra doğada çözünmeyen tüm nesne üretimlerinden acilen vazgeçerek tüm üretim sürecini yeniden ele almamız artık bir zorunluluk.
Bu sürecin başarısı ise bedenimize ait bok, sidik, sümük, sperm, salgı, kan, süt, irin, kusmuk, ter, deri, saç, tırnak, gözyaşı arasındaki hiyerarşiyi dikkate almamıza bağlı. Kendi bedenimizle, kendimizle barışamazsak başka hiçbir şeyle barışamayız ve hiçbir sorunu çözemeyiz.
Bu yüzden başlangıca ve sona, doğuma ve ölüme, temize ve kirliye eşit uzaklıktan bakabileceğimiz tek yeri, perineyi, yeni bir kerteriz noktası olarak kullanmayı kitapta önermiştim.
Ulus Devletlerin inşa ettiği duvarlar metnin tamamında oldukça önemli bir yer tutuyor. Bir aşağılama aracı olarak çöp adlı metni kaleme alırken kendinize örmek zorunda kaldığınız duvarlar oldu mu?
1954 doğumluyum. Babam memur, annem ev kadınıydı. Çocukluğum muhtelif kasabalarda ve öğretmen olmadığı için boş kalan sınıflarda geçti. Huysuz, hırçın, tedirgin bir karakterim olduğu söylenebilir. Annem babam hizaya sokmak için sık sık döverdi beni: Sırtımda baston kırıldığını, balkona bile bağlandığımı unutamıyorum. Hemen her şeyi eleştirel bir gözle ele alma alışkanlığımı ise nasıl edindiğimi hatırlamıyorum. Hemen her kitabı okuyarak büyüdüğümü ise sık sık hatırlıyorum.
12 Eylül Askeri Darbe döneminde 7.5 yıl kaçak yaşadım. Mamak’ta yattım, hücrede kaldım. Aranırken Kaş’tan Meis Adası’na geçmek için günlerce kıyıda bekledim. Neden geç(e)mediğimi hâlâ bilmiyorum.
Şimdi bir kızım var. Benim yaptığım hataları tekrarlamasın diye önünü biraz olsun açmak, yaşadıklarımdan çıkardığım dersleri ona olabildiği kadar nesnel bir gözle aktarmak, kendimi bir “bütün↔parça, toplum↔birey→tekillik, neden↔sonuç ilişkisi” içerisinde ele almak istiyorum. Bu yaşta yapabileceğim tek şey bu. Her kitapta içimdeki bir duvarı daha yıkmaya çaba gösteriyorum. İki üç kitap daha yazdıktan sonra ciddiye alınabilecek bir duvarım kalmayacak. Bir büyük duvar yıkımı Yarabıçak adıyla bu yıl yayımlanacak. Bir başka duvar yıkımına da çalışıyorum: Adı Çok Kalpli Asi olacak.
Evet, kızıma aktaracağım bir duvar kalmasın istiyorum.
Son olarak kitabınızın girişinde ele aldığınız ve kutsal olandan korkuyu, oldukça can yakıcı olarak gözler önüne seren “Kimlik Bitte!” bölümünden söz etmenizi istesem?
O röportaj 1986 yılında yayımlanmış. Aradan 36 yıl geçmiş. Şimdiye kadar bu röportaja dikkat çeken akademik bir makale, bir köşe yazısı okudunuz mu? Herhangi bir kültür-sanat dergisinin dosya konusu olarak işlediğine tanık oldunuz mu? Bir açıkoturumda konu enine boyuna tartışıldı mı hiç?
Şimdi “seçilmiş tek adam rejimleri” dönemini yaşıyoruz. Milyonlarca insan geleceklerini hiç tereddüt etmeden bir kişiye emanet ediyor. Karar alma haklarından vazgeçerek bir kişiye teslim oluyorlar. Bu vahim noktaya bir seçimle gelinmedi. Yavaş yavaş bir şeyler birikti ve seçimle “pik” yaptı.
Röportajı girişe alarak EliasCanetti’nin, “Gerçek cellat, idam sehpasının etrafına toplanmış olan kitledir,” saptamasını inanılır kılacak, itiraz edilemeyecek bir örnekle kitaba başlamak istedim.
Artık kurbanın celladı kurbanlaştırdığı, celladın kurbanı cellatlaştırdığı bir dönem yaşıyoruz.
Bu dönemi kültür-sanat camiası ne öngörebildi ne de çözebilecek yeterliliğe sahip, –bence.
Nokta!
Ayırdığınız zaman için teşekkürler.
Sağlık ve esenlik diliyorum.
ÖMER FARUK: Adana doğumlu (d. 1954). Öğrenimi ile ilgili olmayan muhtelif işlerde çalıştı. Orhan Pamuk’un Beyaz Kale adlı romanı için yazdığı eleştiri yazısı ile 1987 yılında Milliyet Sanat dergisinin düzenlediği Abdi İpekçi Sanat Yarışması/Öykü-Roman Eleştirisi İkincilik Ödülü’nü aldı. Son uğrak noktası Ayrıntı Yayınları oldu. Kurucusu olduğu bu yayınevinin genel yayın yönetmenliğini Kasım 1987-Kasım 2008 yılları arasında sürdürdü.
Müesses nizamın sürmesine payandalık eden muhafazakâr değerlere yönelik bir tür entelektüel hamle aracı olarak tasarladığı “yeraltı edebiyatı” kavramsallaştırılmasını bir diziyle içeriklendirdi ve önerisinin kabul görmesini zevkle izledi. Bu dizide toplumsalın dayattığı kimliğe karşı kişinin kendini inşa etme aracı olarak “asi”liğini savunan Jean Genet’nin kitaplarını yayımladı. [Toplumsalın dayattığı her tür disipline, yerleşik kültürün hayat bulduğu her tür ahlak kuralına istikrarlı bir biçimde karşı çıkan Jean Genet ıslahevinde büyüdü ve uzun yıllar hapishanede kaldı. Jean-Paul Sartre’ın Saint Genet-Comédien et Martyr (1952; Aziz Genet-Oyuncu ve Kurban) adlı kapsamlı çalışmasıyla adını dünyaya duyurdu.]
Ardından yazı’nındisipliner gramerine meydan okuyan Georges Perec’inKayboluş’unu yayımladı. Fransızcanın en çok kullanılan sesli harfi olan “e” harfi kullanılmadan kaleme alınan roman Cemal Yardımcı’nın dahice çevirisiyle, yine, “e” harfi kullanılmadan Türkçeye aktarıldı. Dünyada üç beş dilde rastlanan bu yaratıcılık şölenine Radikal gazetesi birinci sayfadan, sürmanşetten, cahilce gerekçelerle, fütursuz bir üslupla saldırdı; saldırı gerekçelerinin tümünün (= evet, tümünün) “içi boş” çıkmasına rağmen özür dilemedi.
Yayıncılıktaki bu ve benzeri başarıları, 2000 yılında Ayrıntı Yayınları’nın Dünya Kitap dergisi tarafından “Yılın Yayınevi” seçilmesiyle ödüllendirildi. Yine, 2004 yılında Türkiye Yayıncılar Birliği “Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü” Ayrıntı Yayınları’nın genel yayın yönetmeni olarak kendisine verildi. Yirmi yılda beş yüzden fazla kitabın yayımlanmasına, bir milyon kitabın okurla buluşmasına katkıda bulundu. Bu süreç, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce adlı ansiklopedik çalışmada Erkal Ünal tarafından şu sözlerle değerlendirildi: “Değerlendirmesi nereden bakıldığına göre değişir, ama Stalinist sol anlayışa karşı itiraz anlamında Troçkizmin ötesinde başka bir sol anlayışın yeşertilmesinde ve anarşizmle temas kurulmasında yayınevinin azımsanmayacak derecede katkısı olmuştur.”
Ayrıntı Yayınları’ndan ayrıldıktan sonra kendi adına söz almaya başladı. Melih Cevdet Anday anısına düzenlenen “deneme” yarışmasındaYarabıçakadlı kitabı teşekkürle ödüllendirildi.
Yazıları Birikim, Evrensel Kültür, Kızılcık, Milliyet Sanat, Red, Varlık,Birgün, Hürriyet, Radikal, Taraf gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Bir kızı, Defne Ağacı ve Orman Kardeşliği (Yapı Kredi Yayınları, 2012; onuncu basım 2022) adlı bir çocuk kitabı, editörlüğünü üstlendiği Deleuze&Guattari perspektifinden felsefe, siyaset ve sanat üzerine kolektif bir çalışma olarak tasarlanan Dışarıdan Düşünmek (ed: Ömer Faruk, Chiviyazıları, 2016) adlı bir derlemesi ve Yarabıçak: Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları (İthaki Yayınları, 2014), Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği (Altıkırkbeş Yayın, 2019; ikinci basım 2021), Aşk ve Ereksiyon “Aşk”ı (Altıkırkbeş Yayın, 2019; ikinci basım Yeni İnsan Yayınevi, 2022), Bir Yaratıcılık İmkânı Olarak Kaos (Altıkırkbeş Yayın, 2020; ikinci basım Yeni İnsan Yayınevi 2022) ve Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp (Yeni İnsan Yayınevi, 2022) adlı deneme kitapları vardır.
Daha etraflı bilgi için bkz: omer-faruk.com