Hak. Kentim.
Çileli gözlerin
cüzzamlı derin ve- kar ile devam eder adın…
ferit edgü
Beyaza bürünmüş çatılı evlerin pencerelerinden tek tük cılız ışıklar sızıyor, bacalarından dumanlar tütüyordu. Eldivenin içinde parmak uçlarım sızlıyor, burnumun ucunu hissetmiyordum; gözlerim hüzünlü bir öykü dinlemeye hazır gibi gözyaşlarını biriktiriyordu. “İşte şu ev Öğretmen’in evi,” dedi zor anlaşılır karışık bir dilde rehberlik eden çocuk. Ayağında hedikleriyle alaca karanlıkta kayboldu. Köyün yakınında indirmişti beni minibüs. Onun olduğu yere atamamın yapıldığını öğrendiğimden beri, hedefim bir an önce Hak kentine ulaşmak; bu dünyanın ıssız bir köşesinde unutulup kalmış köyde yaşamın kısacık bir dilimini onunla paylaşabilmekti. Heyecanla vurdum tahta kapıya. Kalbim güm güm atarken gıcırtıyla açıldı. İçeriden yayılan sıcaklık gözlük camlarımı buharla kaplayınca yüz ifadesini göremediğim için lanet okudum, çıkarırken aceleyle kayıp düştü elimden. Eğilip telaşla karı eşelerken berem düşerek gömüldü karların içine, sarı saçlarım ıslak, yapıştı yüzüme. “Kimsiniz, bu havada nereden geliyorsunuz?” dedi tok bir ses.
“Şey, ben yeni öğretmenim,” dedim. Gözlüklerimi silip takarken şimdi şaşkın yüzünü görebiliyordum. Sanki demin yazdığı sayfalardan fırlayıp can bulmuştum. Ayıp değil çıldırmak, bu dağ başında, bu yalnızlıkta, bu ufuksuz topraklarda, bu ıssızlıkta, bu kadınsızlıkta.
“Girin, girin, lamba sönmesin rüzgârdan,” dedi. Gaz lambası duymuş gibi pır pır etti, fitili boynunu büktü. Cebinden bir kutu kibrit çıkardı, ikinci denemesinde yaktı. Kabanımı istedi, uzattım, üzerinde birikmiş karları dışarı silkeleyip astı. Kapı yine gıcırdayarak kapandı. Odanın içinde lüks denilebilecek tek eşya olan soba, üzerindeki büyükçe bir demlikle canhıraş bir gürültüyle yanıyordu. Masanın üzerinde sayfaları açık bir defter duruyordu; yarım yamalak katlanmış eski bir harita, kâğıt değil sanki ceylan derisi gibi. Duvara dayalı portakal sandığında yığınla kitap. Ev tezek kokuyordu, Onun meşin yeleği ise çay ve tütün. Sobanın yanına bir iskemle getirip bıraktı, iliştim.
“Bu havada neden çıktınız yola,” dedi. Elini kulağına götürüp, dinle der gibi yapınca, kurt seslerinin farkına vardım.
“Yarın döneceğinizi öğrendim. Hem bir an önce göreve başlamak istedim.”
Başını salladı. “Pişman olacaksın,” dedi.
“Asla olmam. Siz oldunuz mu ki?”
“Benim ki başka. Gemim batmıştı, bir kazazedeydim ben, kaybolmuştum, bir baktım ki buradayım.” Sigarasını sarıyordu bir yandan. Ellerimi iki yana açıp, “Kim bilir belki ben de batırmışımdır tüm gemileri.” deyince güldü. Rahatladım. Bir bardak demli çay getirdi. Yanında otlu peynir, yufka ekmeği.
“Neden buradasın? Ne yapabileceğini düşünüyorsun ki bu dağ başında.” dedi.
“Çocuklar için geldim. Hem siz ne yaptıysanız ben de yapabilirim,”
“Çocuklar için ha! Ah yavrularım.” deyip derin bir nefes çekti içine sigarasından.
“Peki, siz, kayboldum demiştiniz. Buldunuz mu bir daha geminizi.”
Başını salladı, “Dağ yaşamı sildi denizin izlerini, hiç aramadım. Onu değil de başka şeyler buldum.”
Merakla bekledim; neyi bulmuştu bu dağın başındaki ıssız köyde, ne bulmuş olabilirdi ki! Bir demli çay daha koydu kendine. Üçüncü bardağıydı. “Başka insanları buldum burada. Başka dilleri konuşan çocukları gördüm. Köye inen kurtları, yağan karı, eriyen karı, ölen bebeleri gördüm. Ot bitmez, kar tutmaz kayaları, karda yalın ayak çocukları, satılan küçücük kızları, büyük insanların umursamazlığını, donan gözyaşlarını, bitleri, çatlak elleri, çaresizliği, çılgınlığı…” Uzun bir sessizlik oldu odada.
“Daha önce gelenler bir ay dayanamamışlar buradaki koşullara, ama siz?”
“Yaşam her yerde aynı değil mi aslında, beş aşağı, on yukarı.”
“Alıştınız mı yoksa?”
“Alıştım diyemem, ama bundan önceki yaşamıma da alıştığım söylenemezdi.”
“ Peki, yine de bu sabrınızın, bu kayboluşunuzun karşılığını aldınız mı? Ne bileyim, biraz mutluluk, biraz umut…”
Düşündü uzunca bir süre. “Bilmem ki. Çocuklar okuma yazmayı, saymayı, dünyanın döndüğünü biliyorlar artık. Bulaşıcı hastalıklardan korunmayı, diş fırçalamayı, büyük kentleri, denizleri, asfaltları, yıldızları, masalları anlatmayı ve öykü uydurmayı öğrendiler. Benim dilimi öğrendiler… Ben de çat pat öğrendim onların dillerini. Ortak bir dil bulduk sonunda. Karada yaşamayı öğrendim, koyunlar nasıl doğurur, kurtlar nasıl köye iner, sürgünde nasıl yaşanır, eksi yirmi beş derecede nasıl donmaz insan bunu öğrendim. Nasıl kendisiyle dertleşir insan, öğrendim. Onlara son dersimde, ‘hiçbir şey alın yazısı değildir, yavrularım,’ dediğimde yüzlerindeki şaşkın ifade, göz bebeklerindeki ışıltıyı gördüm. Yeter mi? Bilmem ki!” Ayağa kalktı, sobaya birkaç parça tezek atıp karıştırdı. “Yarın son günüm. Hüzünlü olmasın gidişimiz diye türküler söyleyeceğiz, ateşler yakacağız, koyun kesip, şenlik yaratacağız. Benim yepyeni bir yolculuğa çıkışımı kutlarken bu durumda sizin de Hak kentindeki ücra bir köye gelişinizi. Yine kaybolsun birileri diye dilekler dileyeceğiz.” Artık kaçıncı bardak olduğunu takip edemediğim çaylarımızı tazeledi, küçük pencereden karanlığa daldı, dışarıdan şıp şıp sesleri geliyordu kulağımıza, damlalar süzülüyordu camda. Sesi çocuklaştı, neşeli bir ifadeyle, “ Bak, karlar erimeye başlıyor,” dedi.
“Kentim Hak… Her kim ki seni gerçekten yaşamıştır
Bu inilti sürüp gider yaşamında, düşünde.”