İlk sorumuza Edebiyat yolculuğunuz ile başlayalım. Nasıl başladı bu yazma serüveni?
Çocukken ne zaman kitap okusam ben de yazacağım derdim. Hayal ettiğim birkaç şeyden birisiydi bu. O zamanlar bir hatıra defterim olsaydı, doldurmam gereken maddelere eminim şunları yazardım. Yazmak, dikiş dikmek, resim yapmak ve dans etmek, at binmek. Yıllar içinde bu isteklerim nereye kayboldu bilmiyorum. Bunlardan hiçbirini yapmadım. Hatta böyle isteklerim olduğunu bile unuttum. Gençliğe adım atmamla beraber hepsini çocukluğumla birlikte geride bırakmıştım. İçinde bulunduğunuz topluluk ne yapıyorsa sizde onu yapıyorsunuz erken yaşlarınızda. Eh bir de bir dolu dünya gailesi var tabii. Aradan uzun yıllar geçti. Epey uzun yıllar. Çalıştım, evlendim, anne oldum. Bu süreçte çokça varoluş sancısı çektim. Tarancı’nın yolun yarısı dediği yaşa geldiğimde bir dönüm noktası oldu benim için. Hayatım ellerimin arasından akıp gidiyordu ve ben rakamlara göre ömrümün yarısına gelmeme rağmen ruhen asla başlamış hissetmiyordum. İşte ondan sonra ben kimdim, kim olmak istiyordum soruları beynime hücum etti. Soruların cevabını bulmak için en başa dönmem gerektiğini düşündüm ve listenin en başında yazmak geliyordu ve yazmaya başladım.
Yazarken belirli bir teknik gözettiniz mi?
Kullandığım bazı teknikler var tabii. Klasik ve modern tekniklerin dışında postmodernist unsurları da dahil ettim. Bunu gerek Barınamayanlar kitabımda gerekse yazdığım diğer öykülerimde de zaman zaman yapıyorum. Kitabın içinde metinlerarasılık türlerinden bazılarına rastlamanız mümkün. Birkaç örnek vermem gerekirse üst kurmaca, iç monolog, parodi, ironi, anıştırma, kolaj diyebilirim.
Karakter seçimlerinizden söz etmenizi istesem. Kurgusal metinler karakterler üzerine inşa ediliyor demek yanlış bir tanımlama olmayacak diye düşünüyorum. Sizin karakter seçimlerinizi neler etkiliyor? Konu mu karakteri şekillendirdi yoksa karakter mi konuyu oluşturdu?
Benim için bu durum değişkenlik gösteriyor diyebilirim. Bazen gördüğüm ve etkilendiğim bir karakteri yazmak için ona bir konu bulup içine dahil ederken; bazen de bir olguyu, bir anı, bir konuyu anlatmak için karakter inşa ettiğim oluyor.
Peki, sizce iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunur mu? Her yazarın etkilendiği, biçemini, anlatım tarzını, kullandığı yöntemleri benimsediği isimler vardır. Ve ben her yazarın tek bir dünya görüşünü benimseyen değil de, her görüşten yazarı okuması, bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çeşitliliğin yazma serüveninde nasıl bir etkisi olur? Size yoldaşlık yapan yazarlar kimler oldu?
Ben kendimi bildim bileli okurum. Yazmaya iten şey de başta da söylediğim gibi okumaktır. Okumasaydım yazmayı düşünür müydüm bilmiyorum. Okuduğum her kitaptan sonra benim de içimde anlatmak istediğim, yazmak istediğim şeyler filizlenirdi. Okumak yazmayı tetikler. Düz mantık da baktığımızda herkes yazabilir ama dediğiniz gibi iyi bir yazar olmak için sadece okur değil iyi bir okur olmanız da gerekir. Burada kastettiğim iyi okuru da açmam gerektiğini düşünüyorum. İyi kelimesinin herkeste uyandırdığı anlam aynı değil çünkü. Kastedilen; nitelikli eserler seçip, okuduğu metnin kendini ve derdini anlamak, derinlemesine tahlil etmek, didiklemek, sadece metni değil eserin yazarını da tanımak…
Sizin de dediğiniz gibi tek bir görüşe bağlı kalmayı ben de sevmiyorum. Tek bir türe bağlı kalmayı da. Bu nedenle sadece kurmaca eserler değil her türden, her görüşten okumayı seviyorum. Kitaplığımda bulunan kitaplarım da tam olarak böyledir. Yetişebildiğim ölçüde hepsini okumaya çalışıyorum ve herkesi, her görüşü, her bilgiyi merak edip öğrenmek istiyorum. Bu çeşitlilik yazma serüveninde yazarı da, okuru da, eseri de özgür bırakır diye düşünüyorum.
Kendime yoldaş yaptığım yazarlarla ilgili sorunuza gelince genel olarak yazılarımı düşünürsem yazarlardan herhangi birini diğerinden ayıramıyorum. Okuduğum her yazar benim kulağıma fısıldar ve ben farkında olsam da olmasam da o fısıltıları yazılarımda kullanırım. Her yazımda farklı bir yazar bana yoldaşlık eder. Barınamayanlar’ı düşünürsek onun özelinde Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan ve Sabahattin Ali diyebilirim.
Fakat genel olarak yazarken beni daima izleyen ve kendisiyle sohbet ettiğim yazar sevgili SABAHATTİN ALİ’dir… Ali benim ince çizgimdir.
Yazarların aynı zamanda “geleceğe mektuplar yazan” kişiler olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan baktığımızda, geleceğin düşünce dünyasına sizin kitaplarınızın nasıl bir katkısı olacağını düşünüyorsunuz ve bu bilinçle mi yazmaya çalışırsınız?
Yazılarımda karakterlerin psikolojileriyle çok ilgili oluyorum. Aslında kendimi bildim bileli günlük yaşamımda da insanların psikolojilerini çok önemsiyordum. Bu bilinçli yaptığım bir şey değildi ama böyleymiş. Hani herkesin gidip derdini anlattığı bir Güzin Ablası vardır ya, ben de hep öyle oldum. Şimdi geriye dönüp baktığımda keşke bir psikolog olsaymışım diyorum. Psikoloji deyince kuramlar, teoriler, terapi odaları, uzmanlar ve doktorlar akla geliyor sadece. Oysa psikoloji bana göre her insanın biraz da olsa bilgi sahibi olması gereken bir şey. En başlıca nedeni bir insanı yetiştirenin yine bir insan olması. Hiçbir hareketimiz kendiliğinden oluşmuyor. Şu an yazdıklarımın altında bile doğduğum günden bu yana gelişen psikolojimin etkisi var. Dolayısıyla insan psikolojisinin yüzeysel değil de daha derinden bilinmesi gerektiğine inanıyorum. Gelecekte bu konuya daha bilinçli yaklaşacağımızı umuyorum.
Düşüncelerinizi, hislerinizi ya da hayallerinizi, hayalinizde kurguladığınız şeyleri bir başkasının okuması size nasıl hissettiriyor?
Hikayelerimi kurgularken temaya, ördüğüm olaylar ya da durumlara ve hikâyenin ana kahramanının karakterine, onun kişiliğine, duygularına, hislerine odaklanmaya çalışıyorum. Kendimi yazının dışında tutmaya gayret ediyorum. Yazdıklarımın başımdan geçmiş ya da hepsi benim hislerimmiş gibi yorumlandığı oluyor. Yayınlanan ilk öykümde bu beni hayli tedirgin etmişti. Kendimi savunmaya hazır halde buluyordum. Ama sanırım artık buna alıştım ve hatta bu hoşuma bile gitmeye başladı. Demek ki çok inandırıcı kaleme alıyorum ki böyle düşünülmesine sebep oluyor diye düşünmeye başladım. Motivasyonumu bu düşünceden alıyor olabilirim.
Hayatınızın bir haftasını bir roman kahramanı olarak geçirecek olsaydınız, kim olurdu?
Bu sorunun cevabını bulmak hayli zor. Ama sanırım şimdiye kadar okuduğum kitaplara dönüp bakacak olursam Elizabeth Bennet olmayı düşleyebilirim. At binen, piyano çalan, kitap okuyan, gururlu, dışa dönük, ne istediğini bilen, sevilen, iyi niyetli ve candan ve bir kadın yazarın elinden çıkmış bir karakter olan Elizabeth …
Kitabınıza gelecek olursak “Barınamayanlar” ismi ile zihinlerimizde yerini aldı ve bu ismi almasındaki süreci de kitapta işlemişsiniz. Benim sorum kurgusal yönde olacak, kitap o kadar sürükleyici olaylar zincirinden oluşuyor ki son sözü okurken bir an kendinizi şunları sorarken buluyorsunuz; Bu kurgu gerçek olabilir mi? Nalan, Canan ve diğerleri gerçekte var mı? Nalan’ın defteri yazarın eline geçti mi? Kısacası kurgularken gerçeklerden ne kadar etkilendiniz ya da gerçekler kurgunuza ne kadar işledi?
Her şey, bir gün temiz giyimli bakımlı genç bir kadını kaldırım kenarında yere uzanmış uyur halde görmemle başladı. O gün o kadın aklımdan hiç çıkmadı ve gün boyu onu sokakta yatmaya mecbur bırakan şeyi düşündüm durdum. O kadını bir daha hiç görmedim ama hâlâ aklımın bir köşesinde benimle yaşıyor. Barınamayanlar’ı bundan sonra kurguladım Kitabın içerisindeki hiçbir karakter ve olay gerçek değil ama bunu söylerken biliyorum ki oradakilerin hepsi aslında yaşıyorlar. Yani isimleri Nâlân ya da Canan olmasa da gerçek olduklarını biliyoruz.
Eserinizin içinde geçen Dertten Saadete Derneğini gerçek hayatta kurmayı hiç düşündünüz mü? Yoksa o novellanın içinde daha güzel duruyor deyip orada bırakmayı mı düşünüyorsunuz?
Barınamayanlar’ı okuyan hemen herkesten Dertten Saadete Derneği’nin gerçekten var olup olmadığı sorunu alıyorum. Bunun bir hayal ürünü olduğunu söylediğimde gerçekten bir hayal kırıklığı yarattığını görüyorum. O an keşke gerçekten olsaymış dediğim oluyor. Siz sorana kadar hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Ama hikâyeye dahil ettiğime göre belki de farkında olmadığım bir hayalimdir benim de. Belki de zihnimin bir köşesinde saklanmış bir temennidir. Bir gün böyle bir olanak olursa neden olmasın diyebilirim sorunuza cevaben.
Gerek günümüz yazarlarının gerekse önceki dönem yazarların kitaplarında kahramanlarının isimlerini seçerken kendi isimlerini kullanmaktan imtina ettiklerini görüyoruz. Sizse kitabınızda başından sonuna kadar kendi isminizi cesurca kullanmışsınız. Bu kararı almaya ve uygulamaya sizi teşvik eden ne oldu? Bu tür kullanımlar gerçekliğe daha mı yakın duruyor, fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?
Bir okur olarak edebiyat tekniklerinin bolca kullanıldığı eserleri okumaktan çok zevk alıyorum. Yazarken de yapabildiğim ölçüde bu teknikleri kullanmaya gayret ediyorum. En sevdiklerimden biri de üst kurmaca tekniğidir. Kendimi hikâyede kullanmak en baştan yani Barınamayanlar’ın taslağını oluştururken de aklımdaydı. Daha nerelerde Seçil karakterini kullanabilirim diye çokça düşündüğüm oldu. Gerçeğe yakın olmalı gayesi güttüm mü bilmiyorum, bundan pek emin değilim, elbette küçük de olsa etkilemiştir. Ancak en büyük sebebi kurgunun içinde mutlaka yer almak gayesidir bunu belki bundan sonraki yazılarımda da yapmayı planlıyorum. Yani tedirgin olmak bir tarafa bundan zevk aldım diyebilirim.