Geceler… Zor, hoyrat, geçmez bilmez, gün doğmaz bir türlü. Belki de insanın en fazla kendi kendisiyle kalabildiği, doluya koyup almadığı boşa koyup dolmadığı andır. Kafa doluysa gidemez, varamaz beden bir türlü, uykunun dingin, su yeşili koylarına.
Bir iç sıkıntısı gecelerdir. Kahrolası “kötü bir şey olacak” hissi. Uykuya çok kısa geçişler, uzun titremelerle uyanmalar. E, nasıl sevilir böyle geçirilen geceler? Beden harpte, beden mücadelede. Gözler yorgun. Ağzından alevler saçan bin ejderha var içlerinde. Bir delibaş ağrısı, geçmeyen, delirten, değme ağrı kesicilere boyun eğmeyen.
Yatağın bir kenarına cenin şeklinde kıvrılmış, şifa dağıtacak iki hünerli el bekliyorum şakaklarıma. Sadece iki el: Bedeni olmayan, cinsiyetsiz, kimliksiz, insanüstü ama Tanrısal olmayan. Küsüm ona, Tanrı’ya… İnsanları bu kadar kötü yarattığı için küsüm. Gücü, yetkiyi, zenginliği, ciğeri beş para etmeyecek insanlara verdiği için küsüm. Çocuğa, kadına, hayvana uzanan eli oracıkta kırmadığı için küsüm. Böyle bir dünya yaratıp, üstüne bir de cehennemi yarattığı için küsüm. Baş ağrısı, iki el, şifa, Tanrı derken uyuşup kalmışım öyle. Yok! Tam öyle uyku değil; uyanıklık da değil. Arafta olmak gibi bir şey. Ne oradasın ne değilsin, bir bilinmez yerdesin…
Sancılı bir gece sabaha ermekte yine. Gün neye gebe, bilinmez. Karanlığa, ucu beyaza batırılmış fırçayla yer yer küçük dokunuşlar yapılmış. Hiçbir canlılık belirtisi görünmeyen apartman dairelerinde, tek katlı bahçeli evlerde kim bilir neler yaşandı o gece: Kimler sevişti, kimler öldü? Kimler uyanıkken yaşadığı kafa karışıklığını kâbuslarına taşıdı? Kimler yasadışı bir şeyler yapıp uyguladı? Kimler herkes uykudayken yasa çıkarıp onayladı? Kimler hakkı olmayan paraya el uzattı? Kimler kokmak üzere olan bir kadın cesedini toprağın altına gömdü alelacele? Kimler üzerine ölü toprağı atılmış gibi deliksiz uyudu da uykulara doyamadı? Kimler uyumak için ilaçlara sarıldı?
Bir erkek sesikurşun çevikliğinde sekip, yatak odama ulaştı.
“Orospu! Dar edeceğim bu dünyayı sana.”
Hani yanıma yaklaşamayacaktı? Hani uzaklaştırma vermişlerdi? Hani güvenecektim onlara? Hani beni ve kızımı koruyacaklardı? Keskin bir ağrı, midemin altından dairesel bir hareketle başlayıp kalbime ulaştı, oradan nefes borusuna. Ölmek böyle bir şey miydi yoksa? Ah, kızım! Uyanmasın, lütfen uyanmasın! Bilmesin bu edepsiz sesin babasına ait olduğunu. Pencerenin camını kırarak odamın ortasına düşen iri bir taş, parça pinçik olmuş cam kırıklarını yüreğime sıçratmış. Kızım! Uyanmasın! Onu teskin edecek durumda değilim. Midem, içindekileri ağzımdan dışarı atmak için inanılmaz bir basınç uyguluyor. Tuvalete gitmek istiyorum. Ayaklarım birbirine dolanıyor. Bu kez daha uzaklardan, çok uzaklardan geliyor ses.
“Orospu! Dar edeceğim bu dünyayı sana.”
Gözüm kararıyor. Yerçekimi olmayan uçsuz bucaksız bir karanlıkta, kollarım, bacaklarım açık döne döne savruluyorum. Bir “küt” sesi bu savrulmaya eşlik ediyor.
Uzaklardan gelen bir su sesi… Bu da ne derken gözlerimi açtım yavaşça. Ya gözlerim görmüyordu ya da bilincim tam açılmadığı için gördüğüm şey beynimde net bir fotoğraf oluşturamıyordu. Neredeydim? Şuurum yerine geldikçe görüntü netleşti: Yeşil plastik bir maşrapa, çeşme ve su damlacıkları. Şıp! Şıp! Şıp! Hala tam olarak nerede olduğumu anlayamamıştım. Yüzümde bir acı vardı. Zeminin soğukluğunu hissettim sonra. Gözlerim ve bilincim arasındaki bağlantı sorunu düzeldiğinde yüzümün tuvalet taşının üzerinde olduğunu anladım. Düşmüşüm oraya. Midemdekileri de boşaltmışım. Saçlarım ıslanmış, kusmukla yapış yapış olmuş. Kafamı güç bela kaldırmaya çabalarken saçlarımdan tuvalet taşına doğru sünen şeyleri gördüm. Nasıl da acınacak haldeydim. Bir sanrı mıydı bütün bunlar? Uykusuz bir gece geçirmiştim oysa. Bir ara uyumuş muydum acaba? Ya o “Orospu” diye bağıran adamın sesi? Tuvalet aynasında yüzüme baktım. Elmacık kemiğim yayvanlaşmış, genişlemiş, üzerine bir elmacık kemiği daha yerleştirilmiş gibiydi. Kızarmış ve yer yer yeşillenmeye dönmüştü. Robotik hareketlerle banyoya gittim. Islak çamaşırlarımı oracıkta çıkardım. Bir elim yanan yüzümün üzerindeydi. Sanki bir şey atıyordu elimin altında. Diğer elimle çeşmeyi açtım. Saçlarımdaki yapışıklığı arındırdım önce. Sonra bedenimi yıkadım. Neydi bütün bunlar, bilemedim, çözemedim. Çözmeye çalışırken daha çok yıkandım. Zihnim yorulunca kapattım suyu. Bornozumu giyip kurulandım. Az önce duş kabinin önünde çıkardığım kirli çamaşırlarımın üzerinden atladım değmemeye çalışarak. Saçlarımı kuruttum. Ellerime eldiven geçirerek kusmuklu giysilerimi makineye attım. Ön yıkama programını ayarlayıp makineyi çalıştırdım. Duvardaki saate baktım göz ucuyla. Yediyi geçiyordu. Çay suyunu koydum, kızım için bir de yumurta. Rafadan sever, çok piştiği zaman yemez. Vaktini geçirmemem lazım. Tost makinesinin düğmesine bastım. Ekmeğin malzemelerini hazırlayıp içine koydum. Pişinceye kadar onu uyandırmalıydım. Çok yavaş yediği için hazırladığım şeylerin ancak yarısını yiyebiliyordu. Bugün hepsini bitirmesini istedim. Tuhaf bir anne ısrarı işte!
Odasına gittim. Uyanmış, yatağın içinde gözlerini ovuşturarak oturuyordu. Yatağının yanına diz çöktüm.
“Günaydın, Alyacığım.”
“Günaydın, anne.”
“Uyanmışsın canım. İyisin değil mi?”
“İyiyim, evet. Bugün babam beni almaya gelecek mi? Gelir herhalde. Gelmezse sinemaya gideriz seninle olur mu? Nasılsa yarın hafta sonu.”
Gözlerini irice açıp yüzüme, en çok da yanağıma baktı. Acıma ortaktı. Yüzünden belli oluyordu.
“Ne oldu?” diye sordu sessizce.
“Çarptım… Mutfak dolabına.”
“Canın çok yanıyor mu?”
“O an acıdı ama şimdi geçti. Hadi elini, yüzünü yıka da gel canım. Kahvaltın hazır.”
Birlikte çıktık evden. Alya’yı bıraktıktan sonra iş yerine gittim. Keyfim yoktu. Masamın üzerindeki dosyalar üzerime üzerime geliyor, beni boğuyorlardı sanki. Ağzımı bıçak açmadı o gün. Sadece iş arkadaşlarıma “günaydın” demiştim odaya girerken.
Öğle tatilinde dışarı çıktım. Çevre sokaklarda dolaştım öylece. Canım bir şey yemek istemedi. Üşümüştüm. Bir sokak kahvesine girip sıcak bir çay içtim. İyi geldi sanki. Döndüm iş yerine. Günün diğer yarısını birkaç dosya üzerinde çalışarak geçirdim biraz yoğunlaşabilmiştim işime. Çıkış saatim dolar dolmaz kendimi sokağa attım. Güneş çekilince iliklere işleyen bir soğuk çıkmıştı. Alya’nın okuluna gidecektim. Bir köşede bekleyip babasının gelip gelmediğini kontrol edecektim. Alya’yı babasıyla görünce de sessizce uzaklaşacaktım oradan. Birbirimizle telefonda dahi konuşmuyorduk. Küfürlerine, hakaretlerine maruz kaldığım için telefon numaramı sürekli değiştiriyor, bana ulaşmasını asla istemiyordum.
Okuldaki yoğunluk azalmıştı ve ben hala ikisini görememiştim. Herhalde bugün gelmemişti. Alya tedirgin olur, korkar düşüncesiyle koşar adımlarla okul kapısına doğru gittim. Sınıfını buldum. Kapı kapalı ve kilitliydi. Hala tek tük öğrenci vardı okulda. Öğretmenler odasına koştum. Korkulu gözlerle kapıda bekliyordu Alya. İçeriye doğru baktığımda öğretmenini gördüm. Paltosunu giyiyordu. Selamlaştık.
“Babası almaya gelmedi herhalde.” Dedim.
“Hayır, kimse gelmedi.” dedi öğretmeni.
“Tamam, ben alıyorum. Teşekkürler.”
Tam çıkmak üzereyken “Bir ara Alya’nın durumuyla ilgili olarak sizinle görüşmek istiyorum.” dedi.
“Önümüzdeki hafta gelirim, ilginiz için teşekkür ederim.”
Bütün bir haftanın koşturmacası ve yorgunluğuyla çıktık okuldan.
“Babam gelmedi, anne.”
“Olsun, kızım. Biz de sinemaya gideriz. Hem senin sevdiğin şeylerden de yeriz, olur mu?
“Tamam.” dedi usulca.
Elini tuttum. Sıcacıktı…
Çocukken büyükbabam “Aç bakayım avcunu. Sana bir şey vereceğim ama dikkat et, uçmasın!” diyerek bir serçe yavrusunu avuçlarımın arasına bırakmıştı. Minicikti. Titriyordu. Belki uçmasını bile bilmiyordu. Öyle sıcaktı ki… “Belli ki yuvasından düşmüş. Hadi şimdi ver de yuvasına koyayım.” demişti büyükbabam. Zihnim birden çocukluğumun bu anısına akıp o serçe yavrusunu kızımın elleriyle şimdiye taşımıştı. Ne kadar da birbirlerine benziyorlardı; sıcak ve titrek… Alya’nın genç bir kadın olduğunu düşündüm şimdi. Acaba çocukluğunun hangi anına sıkça gidip, güzel yüzünde bir tebessümle anacaktı?
Okulun dik yokuşunu hiç konuşmadan indik Alya’yla. Öğretmen ne konuşacaktı benimle. Kızım sessiz bir çocuktu. Kimseye zarar vermezdi. Kimse ona bir şey sormazsa konuşmazdı bile. Sessiz bir çocuk olduğunu mu söyleyecekti? Çizdiği resimdeki bir ayrıntıyı öğretmenlere özgü bir sezişle fark edip okulun rehberlik servisiyle bağlantıya geçmemi mi isteyecekti?
Alya’nın yürürken arkasına sık sık dönüp bakması ve elimi daha sıkı kavraması beni düşüncelerimden uzaklaştırıp bulunduğumuz ana getirdi.
“Üşüdün mü, Alyacığım?”
“Hayır, üşümedim.”
“Tuvaletin mi geldi yoksa? Birazdan arabaya bineceğiz. Sinemaya gittiğimizde ilk işimiz tuvalete gitmek olsun.”
“Hayır, anne tuvaletim yok.”
Bir kez daha arkaya baktı Alya.
“Anne, babam… Arkamızda.”
Alya’nın “babam” demesi bütün vücudumu yay gibi germişti. Ne yapmam, nasıl davranmam gerektiğini bilemedim. Yüzümü sıcak bastı. Ayaklarım Alya’nın ayaklarına dolandı. Az kalsın ikimiz de düşüyorduk. Defalarca bana haber göndermişti. Boşanmış olmayı hazmedememişti. “Ayağını denk alsın, öldürürüm onu!” demişti. Ayaklar nasıl denk alınırdı? Kime, neye göre adım atılırdı. Bu yüzden mi ayaklarıma hükmüm geçmedi de dolandı Alya’nın ayaklarına? Bir nefes arkamda. Soluğunu duyuyorum ensemde; kesik kesik, hızlı, şiddetli… Adımlarımdaki ritmi yavaşlatsam topuğuma basacak kırk beş numara ayakkabılarıyla. Bir ara ani bir hareketle öne doğru eğildiğini hissettim. Diz kapağımın arkasında bir sızı hissettim. Gayriihtiyari elimi bacağıma götürdüm. Elim nemlenmiş, yapış yapış olmuştu. Burnuma kesif bir pas kokusu gelmişti. Alya’ya bir şey hissettirmemeye çalışarak adımlarımı daha da hızlandırdım. Alya koşarcasına bana eşlik ediyordu. Bir sızı daha; bu kez kaba etimde. Bir sızı daha biraz daha yukarda. Sağ omzumda, sağ kürek kemiğimde; sol omzumda, sol kürek kemiğimde ve altın vuruş ortada; iki kürek kemiğimin arasında…
Ölümün rengi kırmızıydı. Ölmek için ne soğuk bir gündü oysa. Büyük bir kan gölünün ortasında bir kadın yatıyordu şimdi. O kadar bıçak darbesine “Ah!” bile dememişti. Çok uzaklardan bir çocuk sesi çığlık çığlığa bağırıyordu.
“Anne, lütfen ölme! Ölme, anne! Lütfen!”