https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

elinde bir zarf, yüzü gergin belli ki önemli bir evrak taşıyor bu sefer, kollarını sallamadığına göre. belli, endişesini gizlemeye çalışıyor ama bir yandan da kolluyor etrafı, para mı gelecek yoksa. gerçi para gelecek olsa o işi ona vermezler. ahmet düz bir memur, şef değil bir şey değil. ama elinde belli ki önemli bir evrak var. kestiler yolunu, “ooo” dedi biri “ahmet’cim telaşlı görünüyorsun, hayırdır”

irkilmişti önce, “siz miydiniz” dedi, “bizi tabi ya, kim olacak ki başka” seni kim ne yapsın der gibi bir üslupla söylemişti bunu. “hiç aradığın sorduğun da yok,”

“gidin başımdan” dedi ahmet, “işim var, acele.”

ötekisi dayılandı, “senin işin acele de bizim işimiz değil mi, oynarken iyi, ödemeye gelince işim acele, hani namus borcu”

“ha bak ödeyemeyeceksen başka türlü tahsil edelim, mesela, mesela…”

“tamam” dedi ahmet, “sus, vericem paranı”

“ne zaman” diye sordu bir diğeri, cevaba hiç inanmayacağını belli etmişti.

“akşam” dedi ahmet, “akşam”

“öyle olsun” dedi öbürü, sırtına vurdu, “öyle olsun ama gelmezsen ya da parayı göndermezsen karışmam”

“merak etme” dedi ahmet, “merak etme” sinirlenmişti adam, “ben ne merak edeceğim, asıl sen merak et, başına neler gelir bir düşün” diye cevapladıktan sonra  yancısını da alıp gitti. bir nefes aldı sonra da sövdü arkalarından ahmet. “hilekar herifler. ben gösterirdim de size” gerisini getirmedi, neyi gösterecekti. eli terlemişti, hep terlerdi eli heyecanlanınca ya da korkunca. en son ne zaman terlemişti eli, en son ne zaman, yine böyle bir gün müydü yoksa gece miydi yoksa bir sabah mıydı. evet sabahtı, güzel bir pazar sabahı, fırından ekmek alırken onu görmüştü de parayı bir türlü çıkaramamıştı cebinden. gülmüştü fırıncı onun haline acımıştı da. ama kimdi o, neredeydi, bir daha hiç denk gelmedi.

zarf biraz nemlenmişti, geri dönüp değiştirse miydi acaba, gerçi onunla uğraşsa iş yarına kalacaktı, halletmeliydi. “basit görünmek ne zor” dedi ahmet içinden, “tabi basit olmayanlar için”  fakat çare yoktu, bütün bir ömrünü üzerine kurduğu bir iş, kendini adadığı… “başka da bir şeyim” yok dedi ve sonra gülümsedi, “gizli kahraman olmak zor”

elindeki zarfa baktı, ellerini sallaya sallaya koyuldu yola. nihayet binanın önüne gelmişti, 60 katlıydı bu bina. şöyle bir baktı, “tehlikeli oyunlar” dedi içinden ve girdi içeri.

“ben postacı ahmet, ilhan beye bir mektup getirdim” dedi. “yalnız sadece benim iletmem gerekiyor, çok gizli” diyip güvenlikçilerin söze girmesine izin vermedi. sekreter kadın şaşırmıştı, bir telefon açtı, sonra kimlik bırakmasını isteyip ziyaretçi kartını verdi. güvenlikle birlikte çıktılar. hiç konuşmadılar, gerçi iki erkek asansörde ne konuşacaktı ki. ilhan bey onları kapıda karşıladı, “nihayet” dedi, “nihayet geldin ”sonra güvenliğe sert bir tonla “sen dışarda bekle” dedi. O sırada ilhan bey zarf açacağını arıyordu, ahmet ise etrafa bakıyor ve aklından geçenlere mukayet olmaya çalışıyordu. “bu zenginlik, bu kadar para kaç insan hayatının üzerinde oturuyor” dedi içinden. bir an eli beline gitti ancak boşaydı, eskidendi o işler artık, şimdi bilgi ve iletişim çağı, “süper hızlı posta tatarlığı”

“hah” dedi ilhan bey, “buldum, bir şey içer misin”

“yok” dedi ahmet, “zahmet etmeyin”

“olur mu canım” dedi, masanın önündeki viskiden doldurdu, sonra küçük buzdolabından buz çıkardı, “kaç tane” diye sordu ahmet’e

“üç” dedi ahmet rakamla mı sayıyla mı düşündü, hangisini tercih ettiğini, başka türlü mukayet olamayacaktı kendine.

ilhan bey, bir de puro uzattı “günlerdir bu haberi bekliyordum, bunu kutlamam lazımdı, şansa sen denk geldin”  o sırada içeriye biri girdi, “hoş geldin kızım” dedi ilhan bey.

bu oydu ya da bir başkası, ne fark eder. büyülenmişti yine ahmet, beyni zonkluyordu, başladı elleri terlemeye. o sebepten adabına aykırı olarak hemen içti viskiyi, “izninizle” dedi “işler çok”

“tamam, tamam” dedi ilhan bey, “vaktini aldım, sağ ol” güvenlik görevlisi hâlâ şaşkındı, “nereden tanışıyorsunuz abi” dedi ahmet’e. bir anda değişen bu tavır ahmet’i şaşırtmamıştı. “çok uzaklardan akrabayız” dedi ahmet gülümseyerek ince ince.

“ya” dedi güvenlikçi. konuşmadılar daha, en fazla bu kadar. “kumar borcu namus borcu” dedi, eve dönüş yolunda: “gösteririm ben size.”

hâlâ beyni zonkluyordu, nasıl olurdu bu, nasıl, nasıl nasıl. durmadan sövüyordu içinden ama elinden başka bir şey gelmiyordu, geri dönüp bir şey diyemezdi, bu ölüm demekti, hayır ölemezdi, annesi ve kız kardeşi için mecburdu yaşamaya. “allah kahretsin” diyordu içinden, “demek cezam buymuş”

beyni zonkluyordu, elleri yine ter içindeydi, kalbi güpgüp atıyordu. dayanamadı aradı belalılarını, bir adres söyledi. adresin tek önemi ıssız bir yer olmasıydı. yani burada insanın başına bir şey gelse kimse yadırgamazdı. üstelik özenle seçilmiş değildi. ahmet gibi birinin gideceği türden bir yer hiç değildi.

“kumar borcu namus borcu” demek dedi, gelsinler de temizleyelim namusumuzu”

“bozdurdunuz bana yeminimi” dedi içinden. sinirliydi, “neredeydi bu allahın belası işaret, neredeydi, hah buldum.”

sokaktaki bir apartmanın girişiydi burası, menfezin içinden küçük silahını çıkardı. sanki biriyle konuşuyormuşçasına “küçük olduğuna bakma önemli olan işlevi. soğumaz, tutukluk yapmaz, attın mı vurursun, daha ne olsun”

iki serseri sallana sallana geliyorlardı. “gelin bakalım kerkenezler, gelin”

nefesini tuttu, bekledi, bekledi, bekledi ve iki el ateş, sonrası yok, sonrası bir baş dönmesi. gözünü açtığında evdeydi. kız kardeşi “abi abi, çabuk gel” diye uyandırdıonu. “fırladı yerinden bir yandan gömleğini iliklemeye çalışıyordu, neden telaşla uyanınca insan üstünü giymek isterdi ki, her neyse, “koş” dedi kardeşi, salona girdi, televizyonu gördü.

“iş insanı ilhan bey kendini vince astı ilhan bey’in boynunda davama ihanet ettim, beni affedin” yazıyordu. başını eğdi ahmet, “biliyordum” dedi, “biliyordum, bitti her şey”

ertesi gün ve bir sonraki ve bir diğer sonraki gün çık(a)madı evden.