https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Gün öğlen vakti ışıl ışıldı. Göğün kuzey batısında, öbek öbek kararıp aydınlanan bulutlar nisan yağmurunun habercisiydi. Sandalyesini alıp bahçeye çıktı. İçi mi karışıktı, yaşadığı şehrin karmaşası mı üzerindeydi bunun cevabını veremedi. Huzur ile huzursuzluğun acemice dansından başka bir şey değildi belki. İrkilerek başını kaldırdı. Sesi duyduğu yöne döndü; gök gürültüsü ve kuş çığlıkları, güneşin ve yağmurun amansız, sessiz sakin, fırtınalı kavgası başladı. İstanbul’un karmaşasını içinde taşıyıp getirmişti sanki.

Baba evine çocukluğundan sonra ilk defa bu kadar uzun süreliğine dönmüştü. Bir eve dönüş hikâyesi değil bu. Çünkü ne dönülen ev aynıdır, ne de dönen kimse aynı kişidir. Annesinin deyimiyle, “Ayakkabı eskitmekten başka ne yapsındı?’’ “Ayakkabılar eskimekten başka ne işe yarardı?” diye cevapladı annesini içinden. Neyse ki yürümeyi halen çok seviyordu. Ve birçok yol yürünmek için onu bekliyordu. Bedenin verdiği alarm sonrasında başlayan tetkikler son evre teşhisi ve kemoterapi tedavisinden hemen sonra;  yeniden uzun yürüyüşlerine başlamıştı. Saçları dökülüp yeniden çıkmaya başlamış bedeni değişik ve yorucu evrelerden geçmişti. Son evrenin son çizgileri. Günler sayılıydı artık. Hayatın anlam arayışı etrafında ördüğü bütün o ipler uzaktı şimdi. Bedeni kendine küsmüş, cevapsız kalmıştı. Hiç bir zaman kıyısından geçmediği o varoluş tedirginliği onu sıkıştırıyordu. Yürürken bir amacı yoktu şimdi. Telaşsızca bir yere, bir kimseye varmaya çalışmadan ilerliyor. İçinden geçtiği ormanın ağaçlarını selamlayarak yürüyor. Düşüncelerine taşıyamayacakları yükler bindiriyor, geçmişe sık sık dönmüş buluyordu kendini.

Şimdi oturduğu sandalyesinde, annesinin bahçede, kendisi seviyor diye ekip yetiştirdiği reyhanları kokladı. Başını kaldırıp yeniden gökyüzüne baktı. Kendini iyi hissediyordu. Sigarayı bırakalı beri çay içmekten daha keyif alır olmuştu. Annesinin yeniden ısıttığı çayı keyifle içti. Reyhanların üzerinde gezinen karıncayı seyretti. Kendi rutin mekiğini dokuyor oradan oraya düzenli aralıklarla gidip geliyordu. Güneş ışınlarının vurduğu gövdesinde incecik ve minnacık kısa tüyler, ışıl ışıl parıldıyor. Reyhan ve fasulye fidesi arasında örümceklerin ördüğü merdiven;  gökkuşağının her rengini almış küçücük ve dikkat gerektiren bir şölen sunuyordu.

Yıllardır silinmekten yıpranmış kahverengi masanın üzerinde şarja takılı duran telefonu ısrarla çaldı. Tedavi süreci boyunca arkadaşları, dostları ve çevresi onu yalnız bırakmamış hep aramışlardı. Onlardan biridir diye geçirdi içinden. İstanbul alan koduyla; sabit bir hat numarasıydı arayan. Telefonu eline alıp parmağıyla yumuşak ve umursamaz bir dokunuşla açtı. İstanbul’daki komşusuydu arayan. Şaşırdı; hiç birbirlerini arayacak kadar samimi olmamışlardı. ‘’Kaç gündür aynı kâğıdı kapıda görünce haber vermek için aradım.’’ diye başladı konuşmaya. Polis kendisine karakola gitmesi için kâğıt bırakmış. Kâğıdın üzerinde yazılı olan polise ait telefon numarasını isteyip not aldıktan sonra teşekkür edip kapattı.

Niçin karakola çağrılsındı ki? Meraklandı, uzun süredir böyle bir şey olmamıştı. Eski dosyalar çoktan kapanmış, çoğu düşmüştü. Polisin numarasını aradı, cevaplayan olmadı. Ertesi günü sabırsızlıkla bekledi. Dün aramış olduğu numara sabahtan arayıp karakola gelmesi gerektiğini bildirdi. Kendisinin memlekette olduğunu ve ancak İstanbul’a geldiğinde uğrayacağını söyledi. Birkaç gün aradan sonra Polis yeniden aradı ve karakolda kendisine ait bir adli emanet olduğunu belirtti. Adli emanet mi? Acaba arkadaşlarından birine bir şey oldu da eşyalarını kendisine mi iletti ya da birisi tutuklandı, onun eşyaları mıydı kendisine kalan? Başının içi olasılıklar, soru işaretleri ve kaygılarla dolmuştu yeniden. Kimseye hiçbir şey olmamış olmasını diledi içinden. Şu anda böyle bir kayıp için kendini hazır hissetmiyordu. Bir an önce İstanbul’a gitmeliydi. Oradaki birkaç arkadaşını aradı. Karakola yalnız gitmese daha iyi olacaktı.

Emniyete vardıklarında ilgili birime yönlendirildiler. Bebek suratlı eski arkadaşlarından biriyle çeşitli varsayımlar ve şakalaşmalarla; ilerde sağda, üçüncü soldan ikinci kapı, ikinci kapıdan ilk masa derken sonunda bir muhatap bulundu. Devlet dairelerinin gri duvarları insanların ruhuna bulaşırdı sanki zamanla. Ve o ketum duvar soğukluğu burada çalışan insanların bir parçası olurdu. Buradan çıkınca daha sıcak renklere giriyorlar mıydı acaba? Şu adli emaneti neymiş bir öğreneydi artık. Görevli memur kendisine birkaç belge imzalattıktan sonra içeriden ağır olduğu her halinden belli olan kocaman bir çuval getirdi. Son imzalayacağı belgede şunlar yazıyordu: ‘’2000 yılında ev baskınında el konulan eşyalar,” diye devam ediyordu. Sahibinin bile unuttuğu eşyalar. Acaba polisin bundan haberi var mıydı? Çünkü kendisi bile hatırlamıyordu.

Koca çuvalı zar zor iki kişi kaldırıp kapının önüne çıkardılar. Yoldan bir taksi çevirip doğruca eve gittiler. Devlet mührü olmasa arabanın içinde bile açmaya başlayacaklardı. Eve vardılar. O eski günlerde ki heyecanla; devlet mührüne “Ne olur ne olmaz,” diyerek zarar vermeden açtılar çuvalın ağzını. Sonra bir çuval daha, onunda ağzını açtılar, o da ne! Bir torba daha, matruşka misali iç içe yedi çuval açıldı. İçinden ilk önce; içindekiler listesi ve neden el konulduğu çıktı. Eşyalar kendisinden üç yıl sonra beraat etmiş ve yirmi yıl sonra devlet kendisine iletme gereği duymuştu.

Çuvalın içinden bir zamanlar ilgili olduğu siyasi yayın arşivi, Engels ve Lenin kitapları, bir pankart (yazı mürekkepleri akmış), sekiz defter; içinde okuduğu kitaplardan aldığı notlar, sonra okunacak kitap listesi. Arkadaşıyla listeden bazı kitapların okunmamış olduğunu fark edip kahkahayla güldüler. İlgi alanları değişmişti ikisinin de. Yine de ikmale kalmışlardı. Sonra çuvaldan çıkan düzinelerce fotoğraf. Yüzü bıyıkları yeni terlemiş on dokuz, yirmi yaşlarında zayıf dal gibi bir delikanlı duruyor karşısında. Bazı anıları hatırlamıyor bile. Yirmi yıl evvel yapılan; “Yoksulluk ve Yolsuzluğa Hayır” mitingleri. Ve onca yıldır unuttuğu eşyalar beraat ettikten on beş yıl sonra kendisine ulaşmıştı. Şehir şehir dolaşmıştı çuval. İnanması güç.

Arkadaşı gittikten sonra bir yığın anıyla yalnız başına kaldı. Bir zamanlar bütün hayatını adadığı anıların toplandığı; bu çuval, hayatına pimi çekilmiş bir el bombası gibi düşmüştü. Elinde çuval ve fotoğraflarla kalakalmıştı. Yaşadığı son evre hastalığının, son günlerinde eline ulaşan bu çuvala mı sığdırmıştı hayatını? Hayata yüklenen bunca anlam, kavramlar, tartışmalar, koşuşturma, küstüğü arkadaşları, oğlu, ailesi, sevmiş olduğu insanlar…Düşünürken ter içinde uykuya dalmıştı gecenin sonunda. Bir ara inleyerek uyanmıştı. Yatağın yanı başında duran sürahiden bir bardak su doldurmuş kana kana içmişti. Derin bir oh çekmişti. “Yaşamak ne güzel,” demiş gülümsemişti. Hatta espri yapmıştı içinden. Sonra usulca kapatmıştı gözlerini bir daha açılmamak üzere.