Deniz Hastanesi’nde. Şişhane’ye yirmi dakika sürüyor yürüyerek. Minicik evimiz. Sığdırıyoruz kendimizi adımlarımızı küçülterek Kevser’le. Kahırlanmak çare değil. Taşınmak için kredi çekmiş, burayı tutabilmiştik güç bela. Ödemesi üç sene sürecekti. İdare ederiz, dedik edebildiğimiz kadar.
Eylül ayıydı. Balkona uzanan çınar çoktan soyunmuş üzerini. Suyolları ve mazgallar solgun yapraklarla örtülü. Yokuş boyu, binaların birbirine dayandığı sokağımızın rengi, mevsim bildirenimiz. Çingene çocuklarının faslı başlıyor o sıra. Arabesk, pop, her telden… Kiminde kanun kiminde klarnet… Ve darbuka.
Balkonda oturup kalmıştık. Çocuklar, “Yıldızların Altında” parçasına geçmişti. Derin bir iç çekmişti Kevser, “Bir eksik kalmadı evde artık,” demişti, “Rahatladık.” Dizlerini karnına çekmişti. Rahatlamıştık. “Fakat şu fazlalıkları da halledelim?” diyerek kapının yanını işaret etmişti gözleriyle. Kahve takımları, borcamlar ve yorganlar. Yığılıydı orada. Verdiğimiz de olmuştu birilerine. Tükenmemişti eşyalar. Saklayacak yer de yoktu.
Yöneticiyle konuşmuştuk ertesi günü. “Binanın çatısındaki boşluklara koyabilirsiniz,” demişti. Evde yerleştirdik kutuların içine. “Çatı akıtmasın sakın,” deyince Kevser, streçle sardık hepsini. Yüklendim. Çıktım çatıya. Açtım demir kapıyı. Küçük birkaç delikten ışık sızıyor. Boğuyor içerinin sıcaklığı. Koydum köşeye kutuyu. Devrilmesin üzerine bir şey diye, tahta kolona dayadım, sağlamca. Tam çıkıyordum. Terlemiştim de iyice. Çatıya açılan kapaktan rüzgârın ıslığı geliyordu. Baktım o yana. Kıpırdanıyor da bir şey. İçeriye hareketli, parlak bir ışık dağılıyor. Hafif. Belli. Hışır hışır bir ses… Aydınlıktan yoksun içerisi. Seçilmiyor. Kaldırdım çatının kapağını. Gün yüzüne çıktı. Gazete kâğıdından yapılmış, bantlarla tutturulmaya çalışılmış, yer yer yırtılmış bir uçurtma. Parlayan kuyruğu defter kabından. Tahtaları da kırılmış. Dokunsan sararan gazete kâğıtları toz olacak.
Düşünceler sağanağı zihnim. İnmiştim eve. Salonda Kevser. Yüzüne günün son ışıkları dokunuyor. Elinde Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi”. Pür dikkat okuyor. “Bilgem benim,” der. Ne çok sever. Döndürüyor bana gözlerini. Anlıyor yüzümün üzerinde gezinen gölgeyi. Tanıyor.
Gözlerini irileştirmiş. Sesini okşarcasına yumuşatmış, bana ne olduğunu soruyor.
Köy. Çocukluğumun geçtiği hani. Öğle vakti. Bahardı her yer. Dağlarda gelincikler ve papatyalar. Sami amca traktörün direksiyonunda. Kıraçlaşmış toprak yolda. Tekerleklere yapışan dışkılar etrafa saçılıyordu. Diz boyuydu otlar tarlalarda. Biçilmemiş. Traktörün kasasında hepsi. Memo, Hatice ve Ciguli… Hepsinin bir elinde uçurtma. Renkli kâğıtlardan. Kuyrukları ışıl ışıl. Zıpladıkça tümsekte traktör, kahkahalar bizim evin balkonunda. Ciguli gövdesi gri, parıldayan darbukasını çıkartmıştı coşup. Vurdukça vuruyordu göbeğine. O gün gökyüzü renk cümbüşüydü. Ben evden dışarı çıkamamıştım. Balkondan izlemiştim her şeyi.
Diye yankılandı cümlelerim kafamın içinde.
“Yukarda eski bir uçurtma gördüm.” dedim. “Annem çalışmıyorum diye uçurtmamı kırmıştı. Güzelim uçurtmam çirkin, bakımsız bir şeye dönüşmüştü. ‘Evden dışarı adım atmayacaksın bugün,’ diye gürlemişti. Bir daha uçurtmayla ilgili konuşamadım,” diyebildim Kevser’e sadece, bükülmüş dudaklarımla.
Gülümsedi. Sarılıp başımı okşadı. Öptü ısınan dudaklarıyla.
“Ne yapabiliriz?” dedi sonra.
“Biraz uzansam.” dedim.
Neredeyse ağlayacaktım. Başıma kadar örtüyü çektim.
Uyandığımda balkondaki tıkırtılara, geceydi. Kevser uçurtmanın kuyruğunu yapıyordu. Hem de renkli kâğıtlardan.