https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Distopya romanlarının en ünlüsünden, aynı adla sinemaya uyarlanıp 1984 yılında çekilen 1984 filminden bahsedeceğim. George Orwell’in 1948 yılında yazdığı kitap bugün 76 yaşında, film ise 40. Ve dünya o zamandan beri epey değişti. Vaktinin çok ötesinde olmasıyla yazarının uzak görüşlülüğünün ispatı olan eser, bugün artık gerçeğin ta kendisi. O yüzden yirminci yüzyılın en zekice kurgulanmış romanı sıfatını kazanmış 1984.

Bu yılın seçilmiş olmasının nedenlerini düşünürken ilk gözüme çarpan uzak bir gelecek olarak 48’in tersi olan 84’ün öngörülmesi dedim. Bu hususu araştırma ihtiyacı hissettim. Yazarın, İskoçya’da verem ile boğuşurken, sık sık hastanede yatması sebebiyle kitabın baskısının 1947’den 1948’e kaldığı, bu nedenle ilk önce 1980 diye düşündüğü yılı değiştirdiğini öğrendim.

George Orwell, 1984 yılını tarih biçmesinin nedeni tam da tahmin ettiğim gibiymiş. Yakın dostu yazar Julian Symons’a şöyle anlatmış: “Kitabın yazımını 1948 yılında tamamladığım için, 1948’in son iki rakamının yerlerini değiştirmeye karar verdim.”

Kitap mı film mi tartışmaları elbette bu eser için de yapılmıştır ve her zamanki gibi hem okur hem seyirci olanlar kitabı seçmiştir. Oysa bu kıyas her zaman elmayla armudun yarıştırılması gibi gelir bana. Çünkü kitabın ve filmin kullandığı araçlar farklıdır. Kitaplar “anlatma göster” prensibine göre yazılsa da okura anlatırken seyrettirmek ister. Bunun için yer ve zaman sıkıntısı yaşamaz. Kelimeler de görüntülerden daha kolay hareket imkânı sunar. Bütün bunlara rağmen yönetmen Michael Radford bu işin üstesinden gelmiş, tam kıvamında distopik ve politik bir film çekebilmiştir. Senarist olarak da emek veren yönetmen, Jonathan Gems ile beraber senaryoyu yazmıştır. Bir saat elli üç dakikalık filmin başrol oyuncuları John Hurt, Richard Burton, Suzanna Hamilton başarılı performanslarıyla yapımın kült filmler arasına girmesini sağlamıştır.

Film okuması yaparken edebiyat uyarlamasıysa kitaptan destek almak gerekir. Bu nedenle ben de hâlen dünyada da çok satan eserlerden olan kitaptan alıntılarla film analizimi zenginleştirmek istiyorum.

Kitabı Can Yayınları baskısıyla Türkçe’ye kazandıran çevirmen “Bir İnsanlık Karabasanı” alt başlığıyla yazdığı önsözde kitabı lisedeyken ilk okuduğunda çok uzak bir dünyadan bahsettiğini düşünmüş. Ama sonra işler değişmiş. Gerisini Celal Üster’in kaleminden okuyalım:

“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü ikinci okuyuşumda yirmili yaşlarımı sürüyordum ve yaşam beni böylesi bir kitabı okumanın “çok elverişli” bir ortamına çekmiş bulunuyordu: Mamak Askeri Cezaevi’ndeydim. Bu kez, Orwell’in betimlediği o karanlık görünümün tam içindeymişim gibi gelmişti bana. Hücresinde yatan Winston’ın, dışarıdan kulağına çalınan tekdüze postal seslerini her gün ben de duyuyordum. Yoruma gerek kalmamıştı. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, benim yaşadığım hücreler ya da koğuşlardan başka bir şey değildi.”

 

Ayrıca bu kitapla beraber literatüre “Büyük Birader” ve “Düşünce Polisi” kavramları girmiştir. George Orwell’ın yarattığı distopik dünyada, totaliter, merkezî, tek partinin yönetiminde bir ülke vardır. Burada sürekli korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk manipüle edilmektedir. Her yerden izlenen insanların kendilerini hayvanlardan ayıran en büyük özellik olarak tanımlanan akıllarını kullanmalarının önüne geçerek düşünmemeleri sağlanmakta, aksi harekette “hain” ilan edilerek hapsedilmekte, işkence görmekte, beyin yıkama taktikleriyle yok edilerek robotlaşması sağlanmaktadır. Hani amiyane tabirle “bir insana kırk kere deli dersen deli olur” ya da günümüz popüler akımlarından “olumlamalar” gibi manipülasyonlara tekrar tekrar maruz kalan insanlar en sonunda pes etmekte ve bir kahve, bir çikolata bulamazken yöneticilerin hayli refah içinde yaşamasını eleştirmek yerine taneyle verilen gıdaların gramajlarında yapılan küçük artışlara sevinmektedir. Çünkü hayat elinden alınmış ve ölmeyecek kadar gıdaya, düşünmeyecek kadar cahilliğe mahkûm edilmişlerdir.

Önce, içinde neredeyse hiç umut barındırmayan, görselliğiyle de gri, karanlık bir dünyaya mahkûm olan insanları anlatan filmin konusunu özetleyelim.

Distopyada dünya üç ülkeye ayrılmıştır.  Filmde Okyanusya’yı izleriz. Kahramanımız Winston Smith dış partide çalışan biridir. Gazete haberlerini değiştirerek partinin isteklerine göre yeniden düzenler. Bir gün partinin yalan söylediğine ait kanıtlar bulunca bu sistemi sorgulamaya başlar. Aslında bu yaptığı yasaktır. Halk evde, işte sokakta, her yerde izlenmekte, en ufak bir açık verdiğinde cezalandırılmaktadır. Bu nedenle evinde tuttuğu günlüğü kameraların görmediği bir köşede yazar ve duvarda tuğla arkasında gizli bölmede, saklar. Bir gün bir kıza âşık olur. Onunla defalarca cinsel ilişkiye girer. Ancak parti için bu da suçtur. Cinsel ilişkiyi azaltarak yapay insanlar oluşturmayı hedefliyorlardır. Smith ve Julia, buluştukları yerde birlikte olup kahve içip özgürce konuşmakta ve hayat böylece renklenmektedir. Dayanılmazlığa ara verdikleri bu mekândaki kamera üzerine tablo asılmıştır. Buna rağmen bir zaman sonra yakalanırlar. Polis ikisini de alır. Smith’e işkenceler yaparlar. Bu bölümün başında olan kişi O’Brien’dir. Onun partiye itaat etmesine çalışıyorlardır. Uzun uğraştan sonra başarırlar. Smith her şeyin başı olduğu söylenen Big Brother’ı sevdiğini söyler ve sisteme boyun eğmiş bir şekilde film biter.

Her şeyin tümüyle devletin denetiminde olduğu, bellekten yoksun bırakılmış, her türlü muhalefetin yok edildiği bir toplum tehlikesine karşı yetmiş altı yıl önce yapılmış bu uyarıyı dikkate almayan ülkelerin hâlen daha dünyanın farklı coğrafyalarında totaliter rejimlerin elinde yoksullaştırıldığını görüyoruz. En basit zevklerden mahrum hâlde, sadece işe gidip gelerek yaşamayı hayat sanan bu güruhlar sahte savaşların bedeline ülkesi için katlandığı yalanına medya eliyle inandırılır. Yani televizyonlardan ve gazetelerden şimdilerdeyse sosyal medyadan gördüğümüz dünyanın koca bir yalandan ibaret olduğunu adeta yüzümüze çarpar 1984.

Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol eder.” cümlesiyle açılan film seyirciye demokratik haklarına sahip çıkmazsan seni bekleyen gelecek budur diye haykırır.

Savaşlar insanoğlunun var olduğu günden beri farklı boyutlarda hep gündemde olmuştur. Devlet mekanizması devreye girdikten sonraysa kendi halkını manipüle etmek için kullanılır hâle gelmiştir. Bu konuda da en büyük yardımı tarihten alır. Sahte bir ülke tarihi yaratılır ve okullarda okutularak yeni nesiller erkenden kontrol altına alınır. Ve dünya giderek hissizleşen insanlarla dolar. Ancak bunu birlik ve beraberlik görüntüsü vererek, ülkenin yüksek menfaatleri için gerekli diyerek yaparlar. Bu hâli yazarın kaleminden benim bir araya getirdiğim alıntılar üzerinden anlatmak istiyorum:

“Karşılıklı düşünce prensiplerinin ışığında, savaşın gerçek olup olmadığı ya da zaferin mümkün olup olmadığı önemli değildir. Savaşın kazanılmasına gerek yoktur, devam etmesi gerekir. Modern savaş aracının en önemli amacı, insanın ürettiği şeylerin yıkımıdır. Hiyerarşik bir toplum sadece açlık ve umursamazlık sayesinde yaratılabilir. Prensip olarak yapılan savaş harcamaları yüzünden, toplum hep açlık sınırında bırakılır. Aslında savaş, yöneten gruplarla, onlar için çalışanlar arasında geçer ve amaç Avrupa, Asya ya da Doğu Asya’ya karşı zafer elde etmek değil, toplum yapısını sürekli istenen saflıkta tutmaktır.”

“Aşağı kesim açısından, hiçbir tarihsel değişiklik, efendilerinin adının değişmesinden başka bir anlam taşımamıştır… Cahillik kuvvettir.”

Ama olan halka olmuştur. Sözü yazara bırakalım ve hem filmde hem kitapta öne çıkan cümleler bize anlatsın olanı biteni:

“Batmakta olan bir geminin bahtsız yolcuları gibi yılgı bürümüştü yüzlerini.”

“İnsanların duygularını yüzlerinden belli etmemeleri nerdeyse içgüdüsel denebilecek bir alışkanlık olmuştu.”

“Her şey bir sis bulutu içinde yitip gidiyordu. Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, sonunda yalan gerçek olup çıkıyordu.”

“Piramidin tepesinde Büyük Birader vardır. Büyük Birader asla yanılmaz ve mutlak güce sahiptir. Her başarı, ulaşılan her hedef, her zafer, her bilimsel keşif, tüm bilgi, tüm akıl, tüm mutluluk, tüm erdem onun liderliğinden ve verdiği esinden kaynaklanır.”

“Parti üyeleri arasındaki tüm evliliklerin, bir komite tarafından onaylanması gerekiyordu. Bu komite, ilkelerini açıklamamakla birlikte, eğer çiftlerin birbirlerine fiziksel olarak bağlandıklarını fark ederse bu evliliği onaylamazdı. Evliliğin tek amacı, partinin hizmetine verilecek çocuklar üretmekti. Cinsel birleşme lavman yapmak gibi iç bulandıran bir işlem olarak düşünülmeliydi. Bu açıkça belirtilmez, ama çocukluğundan başlayarak, her parti üyesinin içine işlenirdi. Bir zamanlar, erkekler bir kadının bedenine bakar ve çekici bulurlardı, işte o kadar. Artık saf aşk ya da tutku söz konusu değildi. Hiçbir duygu saf olamıyordu, çünkü her şeye korku ve nefret sinmişti. Kucaklaşmaları bir savaş, orgazmlarıysa bir zafer olmuştu. Bu, partiye indirilmiş bir darbeydi. Sevişmek, siyasal bir eylemdi.”

“Ne dersin, beni vurmazlar, değil mi, dostum? Durup dururken niye vursunlar ki? İnsan elinde olmayan düşünceleri yüzünden vurulur mu?”

“Çok genç, diye düşündü Winston, hâlâ hayattan beklediği bir şeyler var, başına bela olan birini uçurumdan aşağıya itmenin hiçbir şeyi çözmeyeceğini anlayamıyor.”

“Hayatında ilk kez, bir şeyi gizli tutmak istiyorsan onu kendinden de gizlemen gerektiğini anlıyordu.”

“Hani, çok güçlü bir akıntıya karşı yüzmeye çalışırken birden vazgeçip kendini akıntıya bırakırsın ya, öyle bir şeydi işte.”

“Partinin varlığını sürdürmesi düşünce polisinden bile çok, sorgusuz sualsiz inanan, körü körüne bağlanan böylelerine bağlıydı.”

“Partiye bağlılık, düşünmemek, düşünce gereksinimi duymamaktır. Partiye bağlılık, bilinçsizlik demektir.”

“Oysa proleterler, kendi güçlerinin bilincine bir varabilseler, belki gizli etkinlikler yürütmeye bile gerek kalmayacaktı. Yalnızca ayağa kalkıp, sırtına konan sinekleri savuşturan bir at gibi silkinmeleri yetecekti. İsteseler, Parti’yi akşamdan sabaha yerle bir edebilirlerdi.”

“Hiç kuşkusuz, önünde sonunda akılları başlarına gelecekti…”

“Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.”

“Yeni söylemin tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşünce suçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek.”

“Biz maddeye hükmediyoruz çünkü zihne hükmediyoruz. Gerçeklik kafanın içindedir.”

“Sözcükler her yıl biraz daha azalacak, bilinç alanı her yıl biraz daha daralacak. Kuşkusuz, şu anda bile düşünce suçu işlemenin bir nedeni ya da gerekçesi olamaz.”

“Özgürlük kavramı ortadan kaldırıldıktan sonra ‘özgürlük köleliktir’ diye bir slogan kalabilir mi? Düşünce ortamı tümden farklı olacak. Aslına bakarsan, bugün anladığımız anlamda bir düşünce olmayacak. Bağlılık, düşünmeme demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir.”

“Seni buraya neden getirdiğimizi söyleyeyim mi? İyileştirmek için! Aklını başına getirmek için! Bilesin, Winston, buraya getirdiğimiz hiç kimseyi iyileşmeden bırakmayız! İşlediğin o ahmakça suçlar umurumuzda değil. Parti gözle görülür eylemlerle ilgilenmez; bizi ilgilendiren tek şey düşüncedir. Biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz.”

“İnsan insana acı çektirerek hükmeder. Boyun eğmek yetmez. Acı çekmiyorsa, kendi iradesinde değil de senin iradene boyun eğdiğinden nasıl emin olacaksın? Hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur. Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur. Nasıl bir dünya yaratmakta olduğumuzu anlamaya başladın mı şimdi?”

“Eski despotluklar, ‘Şunu yapmayacaksın, bunu yapmayacaksın’ diye buyuruyordu. Totaliterler, ‘Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın’ diye dayatıyorlardı. Biz ise, insanlara ‘Sen aslında şusun, aslında şöyle düşünüyorsun, şuna inanıyorsun’ diye bastırıyoruz.”

“Savaş barıştır. Kölelik özgürlüktür. Bilgisizlik kuvvettir.”

“Modern hayatın gerçek belirleyici özelliklerinin zalimlik ve güvensizlik değil de tatsızlık, monotonluk ve kayıtsızlık olduğunu fark etti.”

“Belki de deli dedikleri tek kişilik bir azınlıktı.”

“İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de.”

“İnsan, ardında tek bir iz bile, bir kâğıt parçasına karalanmış tek bir adsız sözcük bile bırakamadıktan sonra, geleceğe nasıl seslenebilirdi?

“Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir.”

“Özgürlük iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir. Eğer buna izin verilirse gerisi kendiliğinden gelir.”

Ve son söz “Düşünmek, düşünmek, bir saniyecik bile kalmış olsa düşünmek tek umuttur.”