“Seni görüyorum yabancı!”
“İçinde gittikçe büyüyen bir açlıkla dönüp dolaşıp bana geliyorsun. Sonra bir ürperti yalıyor tenini. Korkulu, serin ve uğursuz… Kasvetli bir bulut gibi çöküyorum kalbine. Haklısın! Hayli zaman oldu yoldaşlığımız. Sana gerçek hikayemi anlatmamın vakti geldi. İyi dinle yabancı! Çünkü sen, ilk kurban değilsin?
***
“Bunu kabul edemem!” diye bağırdı babam. “Günahlarımın bedeli bu olmamalı, onu düzelteceğim!” dedi. Her zamanki isyan saatlerinden birindeydi. Benden tarafa bakmamaya çalışsa da arada bir gözünün ucu yüzüme değiyordu. Bunu hissetmek vücuduma binlerce iğne batması gibi bir acı veriyordu. Hıçkırıklarının arasında bir iki söz söylemeye çalışan annem “Tanrının emrine karşı mı geliyorsun?” diye haykırdı. Yaşadığımız her olumsuzluğun Tanrıdan geldiğine inanmak gibi kötü bir alışkanlığı vardı. Asla yaptıklarının sorumluluğunu üzerine almazdı. Ben mi? Benim hakkımda başlayan bu klasik tartışma sırasında duvarın içine gömülü yüklüğe çıkıp pamuk yorganlara sarıldım. Çok geçmeden babam öfkeyle yüklüğün kapaklarını çarparak kapattı. Bunu yaparken bana tiksinerek bakmayı ihmal etmediğini anlamış olmalısın.
Saatler sonra karanlık hapishanemden çıktığımda ev ahalisi varlığımı unutmuşa benziyordu ancak ortalıkta alışık olmadığım tuhaf bir sessizlik vardı. Genelde gecenin bu vakitlerinde annem ibadet eder, tesbih tanelerinin şıkırtısı taş duvarlarda çınlardı. Babamsa ocağın başında, ertesi gün atölyesine götüreceği macunları yoğurmakla meşgul olurdu. Bir şeyler yemek için mutfağa girdiğim sırada mahzene açılan merdivenlerde bir tıkırtı duydum. Kimseye görünmeden yaşamanın birinci kuralının sessizlik olduğunu öğrenmiştim. Bu bilinçle gölgeye çekildim ve soluğumu tutarak beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra babam, merdiven başında belirdi. Beni fark etmeden yanımdan geçip gitti. Asla yapmayacağı şekilde kapıyı açık bıraktı. Kendisi hariç kimsenin bu yer altı odasına inmeye izni yoktu. Açık kapıdan süzülen loş aydınlık merakımı uyandırdı ve yasaklara meydan okuyan asi ruhumun çarpıntısıyla çıplak ayaklarımın uçlarına basa basa mahzene inmeye başladım.
Hikayemin burası talihsiz yazgımın ilk pişmanlığıyla dolu yabancı! Şüphesiz ki merak her zaman parlak sonuçlar doğurmuyor. Son basamağı inip soğuk zemine bastığımda bulunmak isteyeceğim en son yer olduğumu anladım. İçeride duvarlara yaslanmış, irili ufaklı onlarca ayna duruyordu. Tam orta yerde bir masa, masanın üzerinde sönmek üzere olan bir mum, çeşitli cila şişeleri, macun tozları ve birçok kesici alet bulunuyordu. Babam bir ayna ustasıydı. Hem de ülkenin en iyisi. Benden dolayı tüm aynalarını çarşıdaki atölyesinde tutuyordu. Demek ki bir kısmını mahzene gizlemişti. Gözlerimi yere sabitleyip merdivenlere yönelmiştim ki kapının başında bir karartı fark ettim. Korkuyla kaçıp en uzak köşede üzeri siyah bir kumaşla örtülü büyük aynanın arkasına saklandım. Öyle panik halindeydim ki tırnaklarımın oymalı yumuşak ahşaba battığını sonradan fark ettim.
Babam beline kirli bir önlük bağlayıp masanın başına geçti. Macun kabının içine renkli sıvılarla dolu birkaç cam şişeyi boşalttı ve anlayamadığım sözler mırıldanarak karıştırmaya başladı. Yüzünde çarpık bir gülümseme, bakışlarında ürkütücü bir sinsilik vardı. Kuzguni saçlarının dalgaları, macunu karıştırdıkça yılan gibi kıvrılıyor ve tepesinden adeta ince ince dumanlar yükseliyordu. Daha da tuhaf olanı babamın arkasına düşen gölgesiydi. Aman Tanrım! İki taneydi. Önce içerideki aynaların yansımasından öyle gördüğümü düşündüm ancak gölge, babamın hareketlerinden bağımsız hareket ediyordu. Babam alnında biriken teri silmek için kolunu kaldırdığında diğer gölge macunu karıştırmaya devam ediyordu. Babam yere düşen bir bez parçasını almak için masanın altına eğildiğinde diğer gölge masadaki şişelere uzanıyordu. Ağlamak üzereydim bu sebeple ellerimi ağzıma sertçe bastırdım. Tırnaklarımdan akan kan dudaklarıma bulaştı ve kanın bakırımsı tadı midemi bulandırdı. Bir zaman sonra diğer gölge babamın gölgesinin kulağına bir şeyler fısıldadı. O da gelip babamı uyardı. Babam histerik bir kahkaha attı ve ellerini önlüğüne silip derin bir soluk aldı.
“Kendi ayaklarınla gelmişsin küçük böcek” dedi. Bana her daim böyle seslenirdi. Sıska bedenimi koca aynanın arkasından çıkardım. Başımı kaldıramıyordum çünkü her tarafta bana bakan gözler görmek istemiyordum. Acınası ve korkmuş gözler… Benim gözlerim. “Özür dilerim baba.” Diyebildim ağlamaklı bir sesle. “Lütfen izin ver odama çıkayım. Söz veriyorum bir daha kapının önünden bile geçmeyeceğim.” Dedim. Babam ilk kez bağırmadı. Bu sessizliğini şefkat sanmakla aptallık ettiğimi az sonra beni zapt eden gölge muhafızına “Onu kafese koy!” emrini vermesiyle anlayacaktım. Yalvarmalarım taş kalbini etkilememişti. Kendimi bir anda parmaklıkların ardında buldum. Babam, kaldığı yerden işine devam etti. Ancak ikinci gölgesi kilitli kapımda nöbet tutuyordu. Yaydığı lanetli koku ise başımı döndürüyordu.
Bir süre sonra babam başını kaldırıp yeniden konuşmaya başladı. Başka bir yöne bakıyordu çünkü benim çiçek bozuğu çirkin suratımı görmeye tahammül edemiyordu. “Annene seni düzelteceğime söz verdim ve yapacağım.” Dedi. “Annem beni düzeltmeni istemedi. O her zaman tanrının iradesini kabullendi.” Dedim. Ağlamaktan çatallaşmış sesim kulağıma yabancı geldi. Babam yumruğunu masaya vurdu ve “O da sana bakmaya dayanamıyor.” Diye haykırdı tiksintiyle. Benim aksime onun sesi oldukça canlı ve pürüzsüz çıkıyordu.Sonra birkaç adım yürüdü. Odanın orta yerinde durdu. Arkası bana dönüktü ancak karşısında duran aynadan yüzünün aldığı şekli görebiliyordum. Şeytani bir bakışı vardı ve Tanrıya beni onlara göndermesinin hesabını sormaya hazırdı. “Ben ki “dedi göğsünü kabartıp “Nice güzelliklere açılan pencerelerin anahtarıyım. Ben ki şahane varlıkların hülyalı bakışlarına dokunan bir ustayım. Ben ki…” deyip bana döndü. İlk kez gözlerime bu denli uzun ve keskin bakıyordu. Yutkundu ve gerçek bir böceğe bakar gibi yüzünü buruşturdu. “Ben ki aynalarıma tutsak ettiğim güzelliklerin ulu mimarıyım. Lakin tanrı beni seninle cezalandırdı.” Diyerek yere tükürdü. Kafese daha çok yaklaşıp eğildi. Neredeyse nefesini hissedebiliyordum. Baştan ayağa çürümüşlük kokuyordu. Kusursuz güzelliklere tutkun bir adam için çirkin bir kız çocuğu utanç demekti. “Neyse ki acılarım sona erecek. Bunu değiştirmenin yolunu buldum.” Diye devam etti. Gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu. Cıva solumaktan kararmış diş etleriyle bana sırıtıyordu. “Seninle İşim bittiğinde böcek, tüm dünyanın tapacağı kadar güzel bir tanrıça olacaksın.” Dedi.
Doğrulup odanın karşı tarafına yürüdü ve üzeri siyah kumaşla örtülmüş aynayı kafesimin kapısına kadar sürükledi. Arkasına destek yerleştirip dik durmasını sağladı. Ayna o kadar büyüktü ki bakışlarımı ondan kaçıramıyordum ancak hiçbir şekilde yansımamın gözlerine bakmıyordum. Aynanın ahşap çerçevesine garip şekilli semboller kazınmıştı. Bu şekillerin birkaçını evin kuytu köşelerinde de görmüş ancak bir anlam verememiştim. Kıymık parçalarının tazeliğine bakılacak olursa babam bazılarını yeni kazımış olmalıydı. Gölgesine,masadaki karışımı getirmesini emretti. Gölge varlık şuursuz bir itaatle kendisinden istenileni yaptı. Babam dua benzeri sözleri tekrarlayarak macunu aynanın arkasına sürdü. Kabı yere bıraktığında “Büyüyü tamamlamak için son bir adım kaldı.” Dedi. Gözlerimin önünde kara büyü yapıyordu. Kadim zamanlardan beri bu topraklarda şeytani büyüler yapılmazdı çünkü her kötücül büyü bir kurban istiyordu. Sanırım ilk kurban kimmiş şimdi anlamışsındır yabancı.
Babam kafese uzanıp kilidi açtı ve öfkeyle kolumu tuttu. Beni hızla kendine doğru çekti. O kadar güçlüydü ki çırpınmalarım işe yaramadı, kolumu kurtaramadım. Yüzüm kafesin tahta parmaklıklarına yapıştı. Zaten çirkin olan suratıma kıymık parçaları batıyor, battığı yerleri noktalar halinde kanatıyordu. Sinsi gölgesi masaya uzanıp bir bıçak getirdi. Babam bıçağı dikkatle aldı ve sol bileğime ince bir kesik attı. Sızan kan damlalarını küçük bir cam kavanoza akıttı ve yeteri kadarını aldıktan sonra beni çöp gibi kenara fırlattı. Uçları kararmış parmaklarını kanımda dolaştırdı ve büyük aynanın ön tarafına kadim dilde lanetli bir kelime yazdı. Kırmızı sıvı her harfin altından akıyor, sırlı camda kendi yolunu bulmuş izler bırakıyordu.
İşte tam o sırada yabancı, benim kurban törenim gerçekleşti ve ben istemeden de olsa kanımla lekelenen aynada çirkin yüzüme baktım. Gözlerim gözlerimle buluştuğunda karşımda gördüğüm ben değildim. Öyle muhteşem bir varlıktı ki ona tapmamak elde değildi. Babam hayal ettiği tanrıçayı yaratmıştı. O da aynadaki yansımama hayran hayran baktı. Sonra hiç söz etmeden sessizce merdivenlerden çıkıp gitti. Kilit sesi duymadım. Ama nedense hapsolmuş hissediyordum.
Bir süre sonra aynadaki yansımama yanlış yerden baktığımı fark ettim. Telaşla kafesten çıktım fakat bir anda camın soğuk yüzeyine çarptım. Güzeller güzeli yansımam ise diğer tarafta bana gülümsüyordu. Yanında duran gölge varlığı bir solukta içine çekti ve ardına bakmadan koşarcasına merdivenlerden çıkıp bana ait olan hayata yerleşti.
***
“İnanmadın mı aynanın lanetine? Bu olanlar üç yüz yıl önceydi. Ayna ustası güzel bir hayaleti gerçek kızına tercih etti ve o günden sonra bu aynaya bakan her kadın gerçek güzelliğini sahtesiyle değiştirdi. Tahmin et bakalım ayna ustası kaç güzel kadının ruhunu tutsak etti. Şimdi sıra sende. Yüzündeki yara izini saklamak istiyorsun. Güzelliğin kusursuz olmaktan geçtiğini sanıyorsun. Bana bakmaya tahammül edemiyor ancak her gece sana gösterdiğim güzel yansımanla ilgili hayallere dalıyorsun. Ve işte zaman geldi. Seni görüyorum yabancı. Buradan kaçamazsın. Ben, ayna ustasının kızıyım.
Aramıza hoş geldin!