https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Hava birden soğuyup, bir haftadır durmadan yağmur yağınca, sokaklar iyice boşalmıştı. Salonunun penceresinden silik bir silüet halinde seçebildiği Kız Kulesi ve arkasındaki eski İstanbul manzarası, puslu griliğe rağmen mitolojik güzelliğini hâlâ koruyordu. Cama çarpan yağmur damlaları, buldukları en uygun yoldan süzülerek kendi kaderlerini çiziyor ve nihayetinde zamandaki yolculuklarını tamamlayarak yok oluyorlardı. Duyabildiği ve görebildiği her şey ilahi bir varoluşun parçasıydı. Yine böyle bir akşamüstü karşılıklı otururlarken ona, “Birden kaybolsam ne yapardın?” diye sorduğunda, elini kalbine götürerek “Pelin sen hep buramdasın. Gittiğin yeri hisseder, bulurdum seni.” cevabını almıştı. Şimdi böyle bir buluşmaya gerek var mıydı bilmiyordu ama hayatın akışına da engel olmak istemiyordu. Kapı çaldığında irkildi. Aklındaki müphem soru, içini çürüten bir kurt gibi organlarını kemiriyordu. Kalbinin ona karşı koyamayacağından endişe ediyordu.

 

Karşısında duran orta boydan biraz uzun, geniş omuzlu, kahverengi gür saçları fırtınadan hafifçe karışmış ve şık kaşmir ceketi üzerine tam oturmuş adamla, iki yıldan sonra ilk defa göz teması kuruyordu. Ayrılmalarına ne kadar zor alıştığını hatırladı. O sevimsiz günden sonra dünyada iki yabancı olmuşlardı. Uzunca bir süre her dolunayda “şimdi o da aya bakıyor mudur?” ya da tüm dünyada ses getiren bir olay olduğunda “acaba şu an nasıl tepki vermiştir?” diye düşünmekten kendini alamamış ancak aylar geçtikçe durumu kabullenmeye başlayabilmişti. Zaman gerçekten de bilinen en ucuz ama en iyi ilaçtı. Yarım saat kadar hiçbir şey yaşanmamış gibi havadan sudan konuşulduktan sonra adam kanepenin ucuna doğru gelerek asıl konuya gireceğinin işaretini verdi. Jérôme, dört yıl önce Fransız bir ilaç şirketinin İstanbul’daki merkezine koordinatör olarak atanmıştı. Yeni nesil bir ilacın tanıtım gecesinde tanışmışlardı. Sonrası çok hızlı gelişmiş ve bir buçuk yıl kadar dolu dizgin bir ilişki yaşamışlardı ta ki terkedildiği güne kadar. Bir akşam, ilişkilerini daha fazla sürdürecek gücünün kalmadığını söyleyerek gitmişti Jérôme. Hayallerle gerçeklerin birbirine düşman iki kardeş olduğunu,  o zaman anlamıştı Pelin. Her ikisi de aynı batından çıkıyor ama farklı evrimleşiyordu. Zaten o günden sonra hayal kurmayı da bırakmıştı. Zira hayaller gerçeklerin görülmesine engel oluyordu. İnsanoğlu kafasında yarattığına inanmaya devam ederek, acı gerçeklerle yüzleşmeyi erteleyip duruyordu.

 

Düşüncelerinden sıyrılıp, kulakları yeniden işitmeye başladığında, Jérôme’un kendisine biraz daha yaklaştığını ve kırık Türkçesiyle, “Seni üzmek aklımdan bile geçmemişti. Güvenememiştim kendime. Tekrar Fransa’ya çağırıldığımda ayrılmamız gerektiğini düşündüm. Gel diyemezdim sana. Sevdiklerinden ayıramazdım seni.” benzeri yapmacık cümlelerle, kendini acındırmaya çalıştığını fark etti. Demek ki geçmişteki davranışlarıyla onun zihninde her söylediğine inanan bir kadın imajı çizmişti. Şimdi de utanmadan İstanbul’a geri döndüğünü ve kaldıkları yerden devam etmeyi ne kadar çok istediğini anlatabiliyordu. Yabancısı olduğu şehirde sığınacak güvenli liman arayışına çıkmış bu adama “artık o eski Pelin yok” demenin vakti gelmişti. Bebeksi yüzüne, tatlı sesine ve nazik tavırlarına aldanarak yeniden aklını karıştırmasına izin vermek istemediğinden, başını pencereye doğru çevirerek, camda yansıyan yüzüne ve Jerome’un aksine kitledi gözlerini. Konuşurken eliyle saçlarını arkaya doğru tarayan adamın, dalgalı saçlarının parmaklarının arasından kayışını izledi bir süre. Aralarına giren mesafenin beraberinde bir çok şeyi de alıp götürdüğünü görmek içini acıttı.Jérôme’un soluk almadan bir cümleden diğerine atlaması, içindeki çalkantıyı daha da artırıyordu. Gözlerini pencereye sabitlemiş hâlde, içindeki umuda sıkı sıkıya tutunarak, kendiyle savaş veriyordu. Aslında söylemek istediği çok şey vardı ama konuşmak dahi gelmiyordu içinden. Ayrılığı o kadar büyük yaşamış, kendini o kadar yıpratmıştı ki artık aynı şeyler için harcayacak ne gücü kalmıştı ne de isteği. Belki de bu noktaya gelebilmek için ödemesi gereken bir bedeldi tüm yaşadıkları ve küllenmiş bir ilişkiyi canlandırıp, aynı hayal kırıklığını sil baştan yaşamayacak kadar akıllanmıştı. Acıların insanı büyüttüğü çok doğruydu ve öldürmeyen gerçekten de güçlendiriyordu. “Bir eşik atladım.” diye geçirdi içinden. Her şey birden kristal berraklığa büründü. İyi ki buluşmayı kabul etmişti. İhtiyacı olan buydu demek. Suçlu olan o değildi. Aslında ortada bir suç da yoktu zaten. Sadece sevmişti ve hayal kurmuştu. Çok uzun zamandır kendisiyle hesaplaşıp duruyordu ve tam hiç bitmeyecek derken, aradığı kurtuluş beklemediği bir anda ayağına gelmişti. Jérôme’un meraklı gözlerle onu süzdüğünü gördü ama aldırmadı. Maruz kaldığı düşünce sağanağına teslim oldu yeniden.

 

Aynı odada olmalarına rağmen, artık farklı zamansal âlemlerde yaşıyorlardı. Jérôme için zaman bir at arabası hızında akarken, Pelin farklı bir milenyumda bir uzay mekiğinde seyahat ediyor gibiydi. Adam ihanetini unutturabilmek için her zamanki yalanlarını ustalıkla örerken, tüm acı dolu anılar kadının zihninden ışık hızıyla geçerek gözlerini nemlendiriyor, bacaklarına doğru ilerliyor ve sonunda ayaklarından halıya dökülüyordu. Bir zamanlar peri masallarını andıran birliktelikleri, şiddetli bir sel felaketiyle harap olmuş, her köşesi çamura bulanmış, kapıları kırılmış, çatısız, yıkık dökük bir eve dönüşmüştü. Pelin bu evin terk edilmiş odaları arasında dolaşırken, Jérôme’u kollarını göğsünün üstünde kavuşturmuş bir hâlde, onun başarılarını küçümseyen, özgüvenini sarsan ve geçmişinden hiçbir iz bırakmayacak şekilde üzerinde kontrol kurmaya çalışan konuşmalar yaparken buluyordu. Bir zamanlar aşk sandığı şeyin tek taraflı bir bağımlılık olduğunu görebiliyordu. Ah ne güzeldi özgürleşebilmek! Yaşadığı yürek tutulmasından tamamen kurtulabilecekti demek. O gün, sonunda gelmişti. Gözünde büyüttüğü adamın aslında ne kadar aciz olduğunu fark etti. Oysa, onun hep karizmatik ve güçlü biri olduğunu düşünürdü. Ancak şimdi hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını çok net anlayabiliyordu. Karşısında ona yeniden yanaşabilmek için çırpınıp duran Jérôme gözüne o kadar komik geldi ki gülmemek için dudağını ısırdı. Hatta orta boydan biraz uzun falan da değildi, düpedüz kısa boyluydu ve omuzları geniş, kahverengi saçları da pek gür sayılmazdı. “Her gün biraz daha iyileşeceğim. Beni bekleyen güzel günler var.” diye geçirdi içinden.