Bir yanda, doğanın ve yeryüzünün Tanrı’nın bütün olabilirliklerini içinde barındıran bir gücün temsili olduğunu düşünen binlerce panteist gibi; insan yaşamının ve onun kurtuluşunun özünde bulunan değeri, Hıristiyanlığın İsa’yı özümsemesine benzettiğimiz bir özümsemeyle içinde taşıyan Halil Cibran edebiyatı, diğer bir yanda Tanrı’nın bilinçli, hisli, acı çeken ve çektiği acının hesabının asla verilmediği insanlığın, çaresiz bir tahta kuklaya dönüştüğü; acının anlamsız ve boş oluşunun verdiği, zaman zaman ‘gerçek’ bir mutluluk, zaman zaman ise ‘gerçek olmayan’ bir yakarış taşıyan Franz Kafka edebiyatı.
1883 yılında doğan bu iki insan (yazar demeyi yetersiz buluyorum), birbirlerinden haberleri olmadan yaşadıkları yaklaşık kırk yıl boyunca yazdıkları eserlerde; doğanın, Tanrı’nın ve hislerin yapbozunu tamamlamaya çalıştılar.
Cibran, insanı ve doğayı, kaynağı tanrı olan büyük bir nehrin ışıması olarak resmederken, Kafka, insanı doğadan (yani Tanrı’dan) tamamen bağımsız kıldı ve onu kendisiyle baş başa bıraktı.
Cibran’da ‘kişinin’ özgürleşmeye giden yolunun anahtarları gösterilirken, Kafka’da kişinin özgürlüğüne giden yolun anahtarını ellerinde sımsıkı tutan ‘toplumun’ duruşu ve o toplumun ‘kişiyle’ arasındaki mesafeyi koruyuşu resmedildi.
Ömrünün son yirmi yılını ABD’de geçiren ve ilk eserleri hariç (İlk eserlerini Arapça yazdı) tüm eserlerini İngilizce kaleme alan Lübnanlı Cibran Almanca biliyor muydu bilinmez, fakat Almanca bilse bile, eserlerinin neredeyse hepsi onun ölümünden sonra yayımlanmış olan Kafka’dan haberi var mıydı? İşte bu sorunun cevabını vermek güç. Kafka’nın da İngilizce bildiğine dair güçlü bir kanıtımız yok.
1917-1920 yıllarında kendi kendine yazdığı aforizmaları, ölümünden yedi yıl sonra (1931) arkadaşı Max Brood tarafından yayımlanan Kafka’nın, günah-ıstırap-umut ve doğru yol üzerine yazdığı sözlerini bugün okurken, bütünlüğünü hiç kaybetmeyen bilinçli bir söz dizisi yaratmak istediğini görüyoruz. İki defter (1917-1918, Oktav defteri ve H) ve bir günlüğe (1920, O) yazılan bu Aforizmalar, hapsolmuş insanın silik ve çaresiz kişiliğini söze dökerken, çaresiz kalınmanın bir ‘değer’ olarak lütfedildiği insanın başıboş çığlıklarını seslendiriyor.
1926 yılında kaleme alınan Kum ve Köpük’te ise, Cibran doğayı yol gösterici İsa’ya eş olarak yaratırken zihninde, Tanrı’nın ‘öz’ olduğu fakat O’nun metafizik evreninden çok da uzak olmayan bu dünyanın ‘fiziki’ değerlerinde umutla arıyor insanın kurtuluşunu. Din dışı ve Tanrı dışı bir tutumla, doğa-evren-insan üçlüsünü Tanrıyı bulma yolunda ağır ama güçlü ilerleyen bir çark gibi birleştiriyor.
Bir Kafka ya da bir Cibran uzmanı olmadan fark ettiğim, bu iki insanın yazdığı ‘şeylerin’ benzerliği beni altüst etti. Birbirinden çok farklı bu iki kişinin, birbirlerinden haberleri bile olmadan yazdıkları şeyleri ortak bir paydada sırt sırta bütünleştirmek, daha doğrusu bu teması sezmek, bu yazının sahibi olarak beni hala heyecanlandırıyor. Büyük bir okuma yapmadan kaleme aldığım bu küçük yazının daha genişini bir gün yazar mıyım ya da yazacak birileri çıkar mı bilemiyorum fakat bu iki ‘büyük yazar’ın birlikteliklerinin en güzel tarafı, bu benzerliği görmek ve bu benzerliğin onların birbirlerinden haberi olmadan oluştuğunu bilmek.
Cibran
‘İnsanlık, ezel vadilerinden ebed denizine akan bir ışık nehridir.’
‘Gökte yaşayan ruhlar insanın acılarına gıpta etmez mi?’
Kafka
‘Öte tarafa göçenlerden birçoğunun gölgesi, ölüm ırmağının dalgalarını durmaksızın yalar; çünkü ırmak bizim bulunduğumuz yerden o tarafa akar ve hala bizim denizlerimizin tuzlu tadını taşır. Sonra birden tiksintiyle kabarır ırmak, gerisin geriye akar ve ölüleri tekrar yaşamın içine bırakır. Ama ölüler mutludur; şükran türküleri söyleyip gazaba gelmiş ırmağı okşayıp severler.’
Cibran
‘İçinde hazzımı barındıran bir acıdan yakınmam ne garip.’
Kafka
‘Bu yaşamın hazları, yaşamın kendi hazları değil, ama bizim daha yüce bir yaşama yükselme korkumuzun hazzıdır; bu yaşamın eziyetleri yaşamın kendi ıstırapları değil, ama bu korkudan dolayı kendimize yaptığımız eziyetlerdir.’
Cibran
‘Eğer ağzın yemekle doluysa, şarkı söyleyemezsin. Ve altınla doluysa elin, kaldıramazsın şükür için.’
Kafka
‘Kendi sofrasından düşen kırıntıları yiyor; bir süre için öbürlerinden daha tok hissediyor kendini, ama sofradan nasıl yenilir bunu unutuyor; ancak artık geride yenecek kırıntı da kalmıyor.’
Cibran
‘İkinci benliğin senden dolayı sürekli hüzünlüdür. Ama o, ancak hüzünle yaşar ve gelişir. Bu yüzden, onun sevincinin kaynağı yine hüzündür.’
Kafka
‘Susamıştır ve onu pınardan sadece bir çalılık ayırmaktadır. Ama iki parçaya bölünmüştür o: Bir parçası bütün manzarayı görüyor, orada dikildiğini ve pınarın hemen yanı başında olduğunu görüyor; ama ikinci parçası hiçbir şeyin farkında değil, olsa olsa ilk parçasının her şeyi gördüğünü sezinliyor sadece. Hiçbir şeyin farkında olmadığı için de pınardan su içemiyor.’
Cibran
‘Her halükarda bu kötü bir zindan değil. Ama beni diğer odadaki mahkumdan ayıran duvarı sevmiyorum. Gerçi şunu da itiraf etmeliyim ki, bu konuyu ne zindancıya ne de zindanın mimarına açmak niyetindeyim.’
Kafka
‘Yaşamın daha başlangıcında iki ödev: Giderek çevreni daraltmak ve kendini bu çevre dışında gizleyip gizlemediğini sürekli denetlemek.’
Cibran
‘Sanat çalışması, bir şeklin içine dökülmüş sistir.’
Kafka
‘Sanatımız, gözümüzün Gerçek’le kamaşmasıdır: Geri geri kaçan ucube maskelere vuran ışıktır gerçek, başka bir şey değil.’
Cibran
‘Gerçek parçalara ayrılamaz.’
Kafka
‘Gerçek bölünemez, bu yüzden kendini tanıyamaz; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorundadır.’
Cibran
‘Cins atlarının üzerinde giden yirmi avcı ve önlerindeki yirmi av köpeğinin kovaladıkları bir tilki şöyle dedi:
‘Kuşkusuz beni öldürecekler. Ama yaptıkları ne kadar aptalca! Çünkü ben yirmi tilkinin, sadece bir adamı avlayıp parçalamak için, yirmi eşeğe binip yanlarına yirmi kurt alacak kadar ahmaklık edeceklerini sanmıyorum.’’
Kafka
‘Av köpekleri henüz avluda oynaşıyor ama avları, daha şimdiden ormanda ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, ellerinden kurtulamayacaklar.’
Cibran
‘Bana diyorlar ki, ‘eldeki bir kuş, ağaçtaki on kuştan iyidir.’’
‘Ben de onlara, ‘ağaçtaki bir kuş eldeki on kuştan daha iyidir,’ diyorum.’
Kafka
‘Kafesin biri bir kuş aramaya çıktı.’
Cibran
‘Sonbaharda bütün kederlerimi topladım ve bahçeme gömdüm. Nisan geri dönüp yaz mevsimi yeryüzüyle evlenmeye geldiğinde, bahçemde diğer bütün güzel çiçeklerden farklı güzel çiçekler açtı.’
‘Bahçemdeki çiçekleri görmeye komşularım geldi ve şöyle dediler. ‘sonbaharda ekin vakti geldiğinde, bahçelerimize ekmek üzere bu çiçeklerin tohumlarından bize de vermez misin?’’
Kafka
‘Sonbaharda bir yol gibi: Temiz pak süpürüyorsun, sonra yol, bir kez daha kurumuş yapraklarla örtülüyor.’
Cibran
‘Kutlu Dağ’ı duymuşsundur. Dünyadaki en yüksek dağdır. Doruğuna varsaydın, sende tek bir arzu kalırdı; aşağıya inip en derin vadide oturanlarla beraber olmak. O’na bu yüzden Kutlu Dağ denmiştir.’
Kafka
‘Düz bir yolda yürüyor olsaydın, tüm ilerleme isteğine rağmen hala gerisin geriye gitseydin, o zaman bu çaresiz bir durum olurdu; ama sen dik, senin de aşağıdan gördüğün gibi dik bir yamacı tırmandığına göre, adımlarının geriye doğru kayması, bulunduğun yerin durumundan ileri gelebilir, o zaman da umutsuzluğa kapılmana gerek yoktur.’