https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Yoldaki su birikintilerinin arasında zikzak çizerek ilerliyordum bisikletimle. Yüzüme yüzüme esen rüzgâra inat, pedallara daha sert basıyordum. Karşıdaki irili ufaklı tepelere baktım. Eteklerine doğru sıra sıra dizili çam ağaçları, rüzgârla dans ediyorlardı. Doğanın bu uyumlu ritmi ve zarafeti, çam ağaçlarının kırılgan, şeffaf dallarının ince ince sallanışı, sanki sessiz bir melodiyle bütünleşmiş gibiydi. Rüzgârın etkisiyle sürekli değişen şekiller, hatta her şeyin nasıl bir akış içinde olduğunu ve bu akışın bir parçası olarak uyum sağlamanın güzelliğini düşündürdü.  Gıcır gıcır bir otomobil yanımdan fırtına gibi geçti. Tanıyordum sahibini. Arkadaşımdan ödünç aldığım takım elbiseyi batırmıştı. “ Az uzaktan gitsen ölür müsün?” diye bağırdım ardından. Sol kolunu camdan çıkarıp söver gibi bir hareket yaptı. “Bana acımıyorsan kendi arabana acı be adam” diye bağırdım. Neden acıyacaktı ki. Nasılsa alın teri döküp almıyordu. Gece yine sınırdan beş kaçak adam geçirip yenisini alırdı. Ana avrat küfrettim arkasından. Neyse ki cebimde birkaç tane mendil vardı. Bisikletin lastiklerinden sıçrayan çamur parçalarını silmek için almıştım.

Bu kanserli hücreyi atamıyorduk toplumun dimağından. Hayatımızı kasıp kavuran savaş felaketinde nice hastalıklar ortaya çıkmıştı toplumumuzda. Ama iyiler tükenseydi dünya yok olurdu belki de. O iyi insanlardan biri saydığım bir beyefendi vardı, Ziya Bey. Bu iş ilanını bana Ziya Bey göstermişti. “İşe girersem amelelikten kurtulurum” diye düşündüm.  Hem diplomamın bir işe yaradığını görmek, babamın hatırasına saygı göstermek ve ona olan vefa borcumu ödemek istiyordum. Kasabanın belediye binasının önünde durdum. Yıpranmış, son demlerini yaşayan saatimin akrebi yediyi gösteriyordu. Daha erkendi.

Çevresindeki harabelere inat kale gibi sağlamdı. Geniş pencereleri, yarım daire şeklinde balkonlar vardı. Bekçinin kulübesine iliştim. Burnumu pencerenin camına dayadım ve içeri baktım. Tabureye oturmuş, elinde telefonla oynuyordu. Camı tıklattım. Kafasını kaldırıp bana baktı. Kar topağı gibi kaşları çokça kalın, çokça uzundu. Yanakları ağzının içinden birbirine değiyor gibiydi. Sigara dumanından sapsarı, uzun bıyıklarından dudakları görünmüyordu. İçeri gir der gibi bir hareket yaptı. Kapıyı açıp girdim. Pantolonum sırılsıklam idi. “ Hayırdır evlat” dedi. Gırtlaktan konuşuyordu. Sesinin tınısı kısık ve duygusaldı. “İş görüşmesi için geldim amca” dedim üşümüş bir ses tonuyla. Beni gözleriyle süzdü.

Telefonu masaya bıraktı. Tütün kutusunu eline alıp bir sigara sarmaya başladı. “Neredensin sen?” dedi. “Kanlıkuyu Köyü’nden” dedim. “Kimlerdensin?” dedi. “Karaca Ömer’in oğluyum, dedem Karaca çavuş” dedim. “Allah rahmet eylesin” dedi. Babamı hatta dedemi tanıyor gibiydi. Çekindim, sormadım. O devam eder diye sabrettim. “Başkana özel kalem müdürü arıyorlardı. Demek onun için geldin” dedi. Onaylar gibi başımı salladım. “ Pantolonunu kurula” dedi. Sesindeki o tınıyı idrak edemedim. Umutsuz muydu, yoksa alaycı mı? Gazyağı sobasını gösterdi çenesiyle. Karton bardakla soğuk, acı kahve ikram etti. Kahve boş midemde yarık açar gibi ilerledi. “Kaç kişi mülakata gelecek, amca? Biliyor musun?” dedim. “Kaç mektepli kaldı ki memlekette oğlum” dedi. Bu cevabından az kişinin ya da benden başka, kimsenin başvuru yapmadığını anladım. Bir yandan mutlu oldum, bir yandan da bütün okul arkadaşlarımın ve ilçenin diğer tahsilli gençlerinin ülkeyi terk etmelerine çok üzüldüm. Az sonra gıcır gıcır giyinmiş memurlar, birer ikişer gelmeye başladılar. Ve sonra son derece siyah, son derece yeni, ziyadesiyle güzel bir araba binanın bahçesine girdi. Önce şoför indi. Arabanın arka kapısını açtı. İçinden kel, boylu poslu, bir hayli ciddi bir adam indi. Şoför, adamın çantasını elinden aldı. Adam, parlak ayakkabısının altını, kapıdaki paspasa sildi ve içeri girdi.

“Geldi işte evlat” dedi amca. Pantolonumu bir daha silme ihtiyacı hissettim. Saçımı da avuçlarımla düzelttim. Çantamı alıp binaya girdim. Danışmaya iş görüşmesi için geldiğimi söyledim. Koridordaki bekleme koltuklarından birini işaret ederek şurada bekleyin, dedi. Oldukça lüks bir binaydı. Gösterişli saksılardaki çiçekler bizimkilere benzemiyordu. Az sonra kapıdan orta yaşlı ve göbekli bir adamla yirmi beş yaşlarında bir kadın girdiler. Danışmaya sormadan, belediye başkanının odasının kapısındaki koltuklara oturdular. Adamın çenesinin altında daha büyük bir çene daha vardı sanki. Kızın yüzü gözlerimi kamaştırırdı. Saflığının sessiz ve dokunulmaz bir yüzeyi vardı. Sanki dokundukça eriyen bir serinlik gibi. Parlaklığıyla yavaşça ruhuma işledi sanki. Modaya uygun giyinmişti. Çok beklemeden, onlar başkanın odasına girdi, ben ayakkabımın dikişlerinin arasına dolan çamurları temizlerken umudum azaldı. İçimde bir karamsarlıktır gidiyor. Belki de talihsizliğim karamsarlığım yüzündendir. Diğerleri gibi kendime şimdikinden farklı bir yol çizebilseydim, bu hâllere düşmezdim. Bir saat boyunca zaman aktı. Başkanın odasının kapısı açıldı. Önce beyaz saçlı, kütüz adam çıktı. Sonra kız ve belediye başkanı. Beyaz saçlı, kütüz adamla başkan el sıkıştılar. Kız belediye başkanına nazikçe başını eğdi. “Hayırlı olsun” dedi başkan. Ayrıldılar. Kız önümden topuklarını yere vura vura geçerken zaman yavaşladı. Odamın duvarındaki kırık ayna canlandı belleğimde. Her bir çatlağı, bir zamanlar umut dolu bakışlarımın yerini alan hayal kırıklıklarımı gösteriyordu. Her biri ayrı bir hikâye anlatır, kırık parçaların her biri ruhumun derinliklerinde saklanan özlemleri vururdu yüzüme. Karnımın ağrıdığını hissettim. Gözlerim, başarıya ulaşmak için gösterdiğim azmi aradı. Ama her yer bomboştu.

Binanın kapısından yavaşça çıktım. Hava ağırdı, rüzgâr yerini sessizliğe bırakmıştı. Dışarıda, ıslak sokaklar ayna gibi parlıyor, bana her adımda kırılmış hayallerimi hatırlatıyordu. Bisikletimin yanına vardığımda pantolonumun çamurları kurumuş, ama içimdeki ağırlık daha da katılaşmıştı. Yeniden pedallara bastım, belki de sadece ileriye gitme alışkanlığıyla, belki de hayatın beni hangi yöne sürükleyeceğini bilmeden. “Belki de,” diye düşündüm, “henüz her şey bitmedi. Belki de kırık aynaların ardında başka bir yol vardır.” İleriye bakıp derin bir nefes aldım.