
Prof. Dr. Levent Sütçügil psikiyatri alanında uzmanlaşmış bir hekimdir. Uzun yıllar, uyku bozukluğu, obsesif kompalsif bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu ve fobi tedavileri üzerine çalışmış, bu alanda edindiği tecrübeleri aktarmak ve okurlarını terapi konusunda bilinçlendirmek amacıyla “Şiddetin Gölgesi”nde isimli romanı yazmıştır. Çocukluğunda aile içi şiddete maruz kalmış olan İrem, ailesinden kurtulmak için evlenir ancak farkında olmadan kendine benzer türde şiddet yaşatan bir adam seçmiştir. Hakan Hoca ile tanışıp travma terapisine başlayana kadar bu döngüden kurtulamaz. Sütçügil’in akıcı dili, sade ve açık anlatımıyla hem keyifle okunan hem de gerçekten ufuk açıcı ve eğitici bir işlevi olan bu eser, hayatını verimli ve doyumlu geçirmek isteyen modern insan için okumanın, yazmanın, bilimin, felsefe, psikoloji ve tıbbın vaz geçilmez unsurlar olduğunu gözler önüne seriyor. Psikiyatride terapinin, özellikle bilişsel davranış terapisinin ne kadar işlevsel olduğunu romandaki karakterler üzerinden örneklerle anlatıyor. Var olanı ve insan olmayı umursayan, insanca yaşamak isteyen herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap.
Şiddetin azı çoğu olmaz. Uygunsuz bir şaka ile kolunu sertçe tutmak arasında fark yoktur, tehdit içeren bir söz ile gerçekten fiziksel temas arasında fark yoktur. Bir şekilde karşıdakini korkutuyorsak bu bir şiddettir. Daha önce de konuştuğumuz gibi bir kişinin siz istemeden yediğinize içtiğinize giyiminize karışması, cep telefonunuzu karıştırması, tekrar eden uygunsuz şakalar gibi kişisel sınırların zorlanması hepsi şiddet tanımındadır ya da şiddetin çok yaklaştığını gösteren davranışlardır. Bu satırları okuyuncaya kadar, şiddetin tanımını bildiğimi sanıyordum. Şiddetin yalnızca fiziksel olmadığını biliyordum ama manevi şiddetin hakaret, hor görme, belki en fazla alaydan ötesi olacağını düşünmemiştim. Bazı davranış türlerinin meraktır, huydur, canı sıkkındır gibi önemsenmeyebileceğini düşünüyordum. Peki, ya bu “huylu”larla, meraklılarla, canı sıkkınlarla sürekli muhatap olmak zorunda kalanlar; ya herkesin herkese karşı olabildiğince nazik olma yükümlülüğü ne olacak? Tamam ben sokakta omuz atıp geçen magandaya, markette ters konuşan amcaya aldırmadım diyelim. Yakınları ne yapacak?
Konumuz eşinin iyi ya da kötü biri olması değil! Ancak şunu bilmeni isterim. Şiddet uygulayan kişiler bunu sürekli hâle getirmezler. O zaten karşıdaki kişinin oradan kaçmasına neden olur. Şiddet uygularlar ama aralarda iyi de davranırlar tabii ki. Hatta bu iyi davranmaların şöyle bir zararı vardır. Mağdur kişi, arada bana iyi davranıyor belki bir gün sürekli iyi davranır diye bir umut geliştirir ve oradan uzaklaşması, konuyu fark etmesi gecikir. Bir gün iyileşecek ve beni hep sevecek gibi. Bu cümleleri okumadan önce zaman zaman olay çıkaran fevri insanların kendi içinde gelgitleri olan zavallılar olduğunu düşünürdüm. Tabii asıl zavallıların onların şiddetine maruz kalan yakınları olduğunu unutmadan… “Özünde iyi bir insan, ama öfke kontrolü sorunu var, şekeri var, tansiyonu var”, “İçmediği zamanlar dünyanın en iyi insanı”. Bunlar “zaman zaman” saldırgan olan kişilerin yakınlarınca sık sık tekrarlanan mazeretlerdir. Oysa bu zorbaların hayatlarını olağan akışında sürdürürken sürekli saldırgan olma şansları yoktur. Nedense çoğu kez, evde gözlerden uzak bedel ödemeyeceklerinden emin oldukları ortamlarda saldırganlaşırlar. Topluluk içinde daha az dikkat çeken bakış, tersleme, tatsız şakalar ya da kolundan sertçe çekmeler aslında ileride artacak olan şiddetin öncülleri, ayak sesleridir. Daha fazlası kurbanı kaçıracaktır ne de olsa. Genellikle sevgi açlığı çeken kurban önce bu davranışları aşırı sevgi ve sahiplenme belirtisi olarak görür. Gerçeği gördükten sonra bile, hele ki travmaları olan biriyse, “olay çıkmasın”, “tadımız kaçmasın” diye alttan alacak, iyi zamanların avuntusuyla mağduriyetini sürdürecektir.
Ne yapacağız peki? Şiddetin önlenmesindeki en önemli basamak erken fark edip hemen uyarmak. Şiddet bir anda ortaya çıkmaz. Önce ters bir bakıştır bir şakadır. Bunu fark edip hemen söylemek lazım. HAYIR! BEN BU ŞAKADAN HOŞLANMADIM. BİR DAHA YAPMA! Yapmaya devam ederse de hemen o kişiden uzaklaşmak. Şiddet gösteren kişi önce şakalarıyla şiddete meyilli olduğu belli eder. Karşısındaki kişi bu konuda uyarmazsa şiddet içeren espriler ciddileşmeye başlar. Şiddetin öncülü bu tip davranışları fark edip sınırları göstermezsen, karşı taraf bu tip davranışları devam ettirmeyi bir hak görür. Bu tip davranışlar hızla artar ve mağdurun artık oradan uzaklaşması daha zorlaşır. Sonra ittirme, kolunu sıkma, kızgın bakmalar başlar. Artık buradan dönmek çok zordur. Şiddet gösteren kişi sınırları iyice kaldırır ve karşısındaki kişiyi kendi uzantısı gibi görmeye başlar. Ve o andan itibaren şiddettin dozu çok çok artar ve bir döngüye girer. Buna ‘Şiddet döngüsü’ denir. Önce şiddet davranışı gerçekleşir, sonra özür dileme olur. Özür kabul edilirse, ‘ama sen de beni kıskandırdın bak’ gibi gerekçelerle, senin de sorumluğun var denir. Mağdur burada da kendini savunmazsa bir süre sessizlik olur sonra yeniden şiddet davranışı gelir. İnsanlar sınırları her zaman zorlar. Onlara sınırları siz koymalısınız. Bu satırları okuduktan sonra kim bilir kaç kişi – kimi çocukluğunda zorla oturtulduğu kucakları, itile kakıla götürüldüğü yerleri, kimi telefonunu karıştıran karısını, kimi eteğini kısa bulan kocasını hatırlayıp- hayıflanacak. Yıllar boyu kendine yapılmasına izin verdiği, ne yaklaştığını, ne geldiğini anladığı, ancak birden kendini içinde bulduğu şiddet için, buna izin verdiği için önce kendine, sonra zulmedene kızacak. Belki de kendisine “HAYIR” deme becerisini kazandırmak yerine, çatışmadan kaçmayı, itaat etmeyi öğreten ana babasına kızacak. Ta ki onların da kendisi gibi birer kurban olduğunu anlayana dek. Peki bu döngüden nasıl çıkacağız?
Duygular bize bir ihtiyacı anlatır. Mevcut anla ya da gelecek hayalin ile ilgili bir dengesizlik oluştuğunda bir duygu belirir. İnsan bu duyguyu azaltırken aradığı dengeye de ulaşır. Duygular bir alarm mekanizmasıdır. Çözümün enerjisidirler, enerji taşırlar. Aynı ağrı duyusu gibi. Ağrı bir duygu olarak doktora gidecek enerjiyi de verir kişiye. Örneğin can sıkıntısı bize hayatımızı düzenlememiz için enerji verir. Biz duyguları tanımadığımız için çocuklarımıza da öğretemiyoruz. Sınavlarından geçersen ben mutluyum, sen mutlusun. Sorun yok. Ancak her dediğimizi yaparsan mutlu olursun. Çocuk da mutluluğu kimseyle çatışmamak zannediyor tabii. Oysa sınırlarımızı korumak için bazen insanlarla çatışmamız gerekir. Sosyal ilişkilerin doğası gereği insanlar diğerlerinin sınırlarını zorlar. Sınırı aşarsam zaten o uyarır diye düşünür. Sınırlarını tanımlamayıp, söylemeyen insanlarsa ezilir gider. İnternette birçok yerde bulabilirsin duygu listelerini. Lütfen bir listeyi basıp duvarına as. Özellikle çocuğundan konuşurken daha sık cümle içinde kullanmaya çalış. Duygularımız üzerinde yeterince düşündük mü? Duygularımızı ayırt edip irdeledik mi? “Nasılsın” “iyidir.” Senden n’aber?” “Sıkıntı yok.” diyaloglar bundan ibaret olunca sıkıntılar öfke patlamalarına dönüşebiliyor. Hissettiklerimizi mutluluk ya da mutsuzluktan daha detaylı tanımlarla anlatabilmeliyiz. Sürekli mutlu olmak zorunda mıyız? Başkalarını mutlu etmek zorunda mıyız? Peki mutluluğun tanımını yapabilir miyiz? Kendimize bu en basit soruları sormadan bir ömür geçirdik belki.
HAYIR! Sürekli mutlu olmak zorunda değiliz, mümkün de değil. Her zaman daha mutlu olmalıyım gibi bir düşünceye sebep olur ki bu mutsuzluğumuzun temel nedenidir. Peki bunu nasıl değiştirebiliriz? Gündemine alırsan, değişim de hızla gelecektir. Hayır diyebilmek koruyucu bir beceridir. Beceridir dedim çünkü her beceri gibi öğrenilip sık yapılarak geliştirilmesi gerekir.
Romanda Hakan Hoca travmaları bilgisayarda açık kalan dosyalara benzetiyor. Bu dosyalar hem masa üstünde yer işgal ediyor, hem de diğer programları yavaşlatıyorlar. Travmalar da zihnimizin bir yanını sürekli meşgul edip her fırsatta önümüze çıkıp bize engel oluyorlar. Diğer yandan travma tetiklendiği zaman ilkel beynimiz travmanın gerçekleştiği zamana dönüyor ve verdiğimiz tepkiler de o yaşımızla, o dönemimizle örtüşen tepkiler oluyor. Ani bir olay karşısında bir çocuk gibi donup kalan ya da ağlamaya başlayan insanlara rastlamışsınızdır. İşte bu insanlar benzer bir olayla ilk karşılaştıkları yaşa geri dönüyorlar. Bir yazar olarak yazmanın iyileştirici gücünü deneyimlemiştim. Ancak bu sürecin nasıl işlediğini Levent Hoca’nın – Hakan Hoca aracılığıyla – anlatımıyla daha iyi kavradım. Düşüncelerini yazdığın zaman, beynimiz maymun beynini susturur ve mantıklı beyni çalıştırmaya başlar. Yazmak yavaş olduğu için beyin, maymun beyni susturup daha yavaş çalışan mantıklı beyni devreye sokar. Üstelik yazdığın zaman olayların uzun vadeli sonuçlarını daha iyi görürsün.
“Şiddetin Gölgesinde” okuyucuyu içine çekmek için roman türünde yazılmış olduğunu düşündüğüm bir kişisel gelişim kitabı. Günümüzde daraltılmış, yozlaşmış anlamıyla değil, öğretici, düşündürücü, dönüştürücü özellikleri açısından bu sıfatı hak eden bir eser. Ezber bozmak, sorgulamak, sorgulatmak, sarsmak eylemlerini tam anlamıyla yaşatıyor. Bu kavramlar benim iyi bir eserde bulmayı umduğum unsurlardır. Birçok soru sorduruyor ve cevaplarını bazen veriyor, bazen sezdiriyor, kimi zaman da okuyucunun algısına bırakıyor. Örneğin; iyi insan olmak nedir? Bu iyilik kime ve neye göredir? Hepimiz kendimizce iyi kimseleriz, hayatta kalmak, huzur bulmak için kendimizi çoğu kez vicdanımızda aklarız. Bilerek kötülük yapmıyor olmak mıdır, iyilik? Belki asıl kötülük kendimizi sağaltmamak, sorunları görmezden gelip çözüm bulmamaktır. Belki de kendimize yaptığımız kötülüktür. “Aslında”, “Özünde” iyi olan insanların kötülüklerine tahammül göstermektir. Asıl kötülük “özünde” değil sadece “özüne” iyi olmaya çalışan – ancak onu da beceremeyen- insanların verdiği zararları görmezden gelmek, sessiz kalmaktır.