
Yazar Özgür Sarı’nın Geriye Kalan isimli ilk romanı geçtiğimiz aylarda yayımlanarak okurlarıyla buluştu. Kendisiyle kitabı ve edebiyat serüveni üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Merhaba Özgür Bey. Söyleşimize isterseniz edebiyat yolculuğunuz ile başlayalım. Özgür Sarı’nın edebiyatla dostluğu nasıl başladı?
Merhaba Öniz Hanım. Ben de başlarken sizi ilk romanınız için kutluyorum. Yolu açık, okuru bol olsun.
Özgür Sarı’nın edebiyatla dostluğu nasıl başladı? Siz bunu sorunca ilkokulda okuduğum romanlar geldi aklıma. Babananemin elektrikli battaniyesinin altında neredeyse her gün bir kitap bitirirdim.
Bir kitap yazma isteğimse lise son ve daha çok üniversite yıllarında çok belirgin bir hal aldı. Nedense geçen yıllar bu arzuya yönelik girişimlerimi hep arkada bıraktı. Ta ki bir sosyal medya reklamında Irmak Zileli ile öykü yazma atölyesini görene kadar.
Bu atölye bana edebiyat, anlatıcı türleri ve öykü anlatımıyla ilgili olduğu kadar kendimle ilgili de pekçok şey öğretti.
Yazım serüveni insanın kendisini keşfettiği, yahu bunu ben mi yazdım diye şaşırdığı, çok keyifli bir edim. Tüm sınırlarını bildiğiniz, tamamı kurgulanmış bir eser en fazla ticari bir boyutta kıymetli olabilir. İşe yarar bir reçetenin uygulanışıdır bu.
Andre Green, Metis’ten yayınlanan Yazı ve Ölüm adlı söyleşisinde aralarında Virgina Woolf’u da saydığı pek çok sanatçının eserlerinde kendini aşma beklentisini karşılayamadıklarında yıkıcı davranışlara yöneldiklerini anlatır.
Engin Geçtan’ın söylediği gibi insanın içinde bir boşluk vardır ve insan bu boşluğu dolduracak yollar arar. Edebiyat da bu yollardan biri. En azından benim için.
Geriye Kalan’ın oluşum sürecinden bahseder misiniz? Konuyu seçerken tekniğe ve karakterlere önceden karar verdiniz mi? Verdiyseniz süreç içinde değişime uğradılar mı?
Bu romanı yazma sürecine Sn. Irmak Zileli ile başlamıştık. Meselenizi ve karakterlerini belirleme süreci hem çok zor hem de çok keyifli. Bu süreçte, Irmak Hanım’la öykülerimiz, meselelerimiz birbirine bulaşmaya başlayınca çok kıymetli Melisa Ceren Hasmaden ile çalışmaya başladık.
Hayatımıza doksanlardan sonra giren, hepimizi birer tüketim öznesi hâline getiren neo-liberal düzeni sorgulamak istiyordum ben. Neden çalışıyoruz, neden başarı peşinde koşuyoruz. Böyle sorularım vardı. Bu sorular elbette toplumsal cinsiyet rollerinden kopuk olarak da sorgulanamıyor. Toplumda erkeklerin de kadınların da neo-liberal düzenden çok daha eskilere dayanan yükleri var. Daha küçücük çocuklarken üzerimize yükleniyor bunlar. Bir erkeğin üyeliğine kabul edilmek için can attığı, her an kovulma korkusu duyduğu bir erkeklik klubü var mesela. Hiç kimsenin ideal erkek olamadığı hep eksik kalınan bir klüp. Kadınlarda durum daha da farklı. Geçmişi tarım devrimine kadar giden bir hapislik, edilgenlik hâli. Ancak sistem kadınlara da çeşitli payeler verdiğinden, kadınlar yine kadınların en güçlü gardiyanları.
Başka neler var romanda? Yalnız kalan, dışarı itilen insanın şiddete ne kadar kolay başvurduğu, kendinden zayıf gördüklerini ezme dürtüsü var. Ama en çok sanat var. İnsanların bir araya gelerek ya da ayrı ayrı yaptıkları sanat.
Karakterleri bu eksende, beyaz yakalı bir aileden belirledim. İlk kurguda yalnızca Mustafa’nın hikâyesi varken. Yazım sürecine geçtiğimde Berna’nın hikâyesini de anlatmak istedim. Berna’nın hikâyesi yer yer Mustafa’nın öyküsü aştı. Daha çok ilgi gördü.
Eserinizde iki karakterli bir anlatım görüyoruz. Bir kadın ve bir erkeğin bakış açısından bilinç akışı, iç monolog ve diyaloglarla ilerleyen bir akıcı, doğal bir anlatım çıkıyor karşımıza. Bu anlatım tarzını neden tercih ettiniz, anlatımda ne gibi katkıları oldu?
Karakterin zihnine girdiğimiz, anlatıcının varlığını neredeyse unuttuğumuz bir anlatım tarzını seçmiştim. Burada bir erkeğin zihnine girmek, orada düşünmek göze aldığım bir güçlüktü. Ancak hem hikâyenin bütünlüğü hem de bir meydan okuma fırsatı olarak görerek kadın zihinini yazmaya da cesaret ettim.
Burada kendimi de ait gördüğüm bir sınıfın, belki grup demek daha doğru, iç yüzüne, akıllarından geçenlere, amaç ve zayıflıklarına ışık tutmak, bir ayna ile çıplaklığımızı göstermek istedim.
Yazın atölyelerine katıldığınızı söylediniz. Bunlar yazarlık serüveninizde size neler kazandırdı?
Yazmanın tadını aldım herşeyden önce. Yaratma eylemi, günlerime gecelerime bir renk kattı. İş hayatının tüketici, yakıcı koşturmacasına alternatif bir yol, bir nefes alma imkânı getirdi.
Yazdıklarım beni de şaşırttı. Bazen rahatlattı.
Teknik olarak da yazım teknikleri, anlatıcı seçimi, zaman kullanımı gibi çok temel kazanımlarım oldu.
Tabii pekçok dost da kazandım.
Yazım sürecinde sizi besleyen kaynaklar nelerdir? Bunların yanı sıra kaleminizi tetikleyen durumlar ve olaylar var mıdır?
Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, yazım öncesi süreç çok fazla kitap okumayı içeriyor. Hem meseleniz ile ilgili kuramsal kitaplar, incelemeler hem de romanlar okuyorsunuz. Pekçok da film izliyorsunuz. Tabii yazmaya başlayınca roman okumayı bırakmak gerekiyor, yazım şeklinizi, üslubunuzu bozmasın diye.
Geriye Kalan romanına gelince; bu romanda diliyle Oğuz Atay, Virgina Woolf, James Joyce, Dag Solstad, J.M. Coetzee beslemiştir beni. Kafka Dönüşüm’e açık bir gönderme var. Sokak lambasının kırıldığı bölüm Güneşli Pazartesiler filmine bir selam. Mezarlık sahnesinin sonundaysa şimdi adını bir türlü hatırlayamadığım bir ikinci dünya savaşı filmi var. Güçsüz görülmeye, teselli edilmeye dayanamama hâli.
Sade ve akıcı bir dille anlattığınız eserinizde rüyalara yoğun biçimde yer vermişsiniz. Yazım sürecinde psikolojik araştırmalar yaptınız mı?
Dilde yalınlık arıyorum hep. Öte taraftan da insan zihninde uzun cümleler yok. Aklımızdan geçenler kısa kısa. Hem Mustafa’nın hem de Berna’nın zihnine girmek istediğimde, onların yalın, kısa düşüncelerini aradım hep. Çok çişim var diye düşünür insan. Tuvalete gitmem gerekiyor ya da lavaboyu kullanmalıyım demez. Zihnin içinden yazma gayreti sade bir anlatıma götürüyor insanı.
Rüyalara gelince. Rüya benim için çok keyifli bir olgu. Her birimizin kendimiz hakkında bulacağımız çok şey var onlarda. Ben çok sık kaygı rüyası görürüm mesela. Araştırmak istedim onları. Hem Mustafa hem de Berna için.
Eşim çocuk psikiyatristi. Yıllardır onun kitapları, izlediği filmler, anlattığı olgular, deneyimleri bana psikoloji hakkında çok şey kattı. Çok da kitap okudum. Freud, Yalom, Klein, Addler.
Kitaptaki kadın karakter Berna’dan bahseder misiniz? Bir erkek olarak kadın bakış açısını yansıtmakta oldukça başarılısınız. Bu konuda özel bir çalışma yaptınız mı? Yoksa genel gözlem ve hayat tecrübesi yeterli oldu mu?
Kadın araştrmalarından ve feminist edebiyattan yararlandım. İlk aklıma gelen örnek Sara Ahmed’in Mutluluk Vaadi kitabı.
Etrafımdaki kadınları gözlemeye çalışıyorum elbette. Erkeklerin gördükleri ve algıladıklarıyla çok büyük farklar var kadınların zihninde.
Berna da etrafımda gördüğüm, içinde olduğum beyaz yakalı insanlar grubuna ait diyeyim, kadınlardan birisi olabilirdi pek ala. Anne olmanın zorluklarının, fedakârlığın, isteklerinden vazgeçmenin kadınlarca çok yaygın deneyimlendiği bir hayatı yaşıyoruz. Bana en çarpıcı gelense, kadınları en çok kadınlar tutuyor bu sistemin içinde.
Berna kendisinin çok farkında bir kadın. Ne istediğini ne istemediğini biliyor ve bir noktada harekete geçiyor. Mustafa’nın farkındalığı çok sonra ortaya çıkıyor kitapta.
Son olarak üzerinde çalıştığınız yeni dosyalarınız var mı? Edebiyat yolculuğunda ileriye dönük planlarınız nelerdir? Çok teşekkür ederiz.
İkinci kitabımın hazırlıklarına başladım. Yine bir roman olacak. İnsanın adalet ihtiyacı ile ilgili bir şeyler düşünüyorum, çok kopya olmasın. Hem ilk kitapta hem de bu kitapta insanın karanlık yerlerini araştırmayı seviyorum. İnsan iyi ya da kötü değil. İnsan var ve bir bütün. Değer yargılarımız, iyi ya da kötünün ne olduğu bir arada yaşamanın gerektirdiği, binlerce yıldır genlerimizle de aktarılan davranış örüntüleri. Hepimizin taşıdığı bu örtülerin altına bakmak, insanı bulmak istiyorum.
Ben çok teşekkür ederim. Çok keyifli bir söyleşi oldu.