https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Bireyin hem kendisine hem çağının dünyasına yabancılaşması ve özne-nesne etkileşimi sonucu gelişen ötekileştirme, pek çok öykünün konusudur. Bunlar içinde Dülger Balığının Ölümü ve Sentor, aynı masada süregelen bir sohbetin sözleri gibidir benim için. Yüzeyden derine hacimlenen iki değerli hikâye. Arası uzun bir okumaydı her iki öyküyle karşılaşmam; Sait Faik’i lise yıllarımda, Saramago’yu ise çok sonra tanıdım.

Balıkların En Çirkini…

Dülger Balığının Ölümü, durum hikâyeciliğinin en değerlilerinden olarak kayıttadır. Neredeyse tamamında bilişsel olguların yer aldığı metinde, betimlemelerin anlatıyı ayan beyan bir fotoğrafa dönüştürüşüne hayran kalırsınız. Balığın anbean ölüm hâlini okurken Sait Faik için dersiniz ki, “Balık olup da bir kez ölmek gerek, bu aktarım için yahut merhametli bir balıkçı olmak.” Ancak ne balık, ne balıkçı… Burgaz’ın adayı terk eden yazına ve kuşlarına rağmen dostluğun, barışın, açsız, hırssız bir hayatın anlatıcısıdır sadece. Naiftir, hassastır ve bu öyküyü yazdığı yıllarda hastadır.

Somuttan soyuta, yüzeyden derine bir anlam bütünlüğü taşıyan öykü, balığın fiziksel betimlemesi ile başlar. Yazarın ifadesiyle bu balık, türünün en çirkinidir. Yanardöner pulları bile olmayan dülger balığı, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. Korkutucu görüntüsü ile Akdeniz’de dehşet saçan, korsanların bile adını duyduklarında bembeyaz kesildikleri bir varlık. Rivayet bu ya, bir gün İsa Peygamber, balıkçıların feryadını duyar; yalın ayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürüyerek en kocamanını, uzun parmaklarıyla tutup sudan çıkarır. İki elinin başparmaklarıyla sıkıca tutarak kulağına bir şeyler söyler. İsa Peygamber’in dokunuşu ile bu dehşetli balık, yeryüzünün en uysal yaratığıdır artık. Öylesine değişir ki görünüşünde saklı tuttuğu korkunçluğuna rağmen oltaya tutulduğunda kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar. Sandala alındığında çıkardığı ses; sulara küsen, dünyasına küsen bir feryadın sesi olur. Kendine yabancılaşmanın, ortamına yabancılaşmanın ne anlama geldiğini izlemeye devam ederiz öykü akışında.

Bir balıkçı kahvesinin önünde, renkli çiçekli akasyanın dalında asılı duran bir dülger balığının ölüm hâli… Onun adına düşündüğü, onun adına hissettiği bir süreci öyle derin tanımlar ki Sait Faik; bir peygamber dokunuşu ile başkalaşan dülger balığının yaşam ve ölüm arasındaki tavrı, yaşama isteği okuyucuya kadar ulaşır. Yansıttığı direniş, zavallı balık, yaşama savaşını kazansa onu neredeyse biz insanlardan biri olarak aramızda görebileceğimiz fikrine ulaştırır bizi. Aynı cümlelerde görürüz ki, bu ihtimalden hoşnut değildir Sait Faik. Onu, kendimize benzetecek olmamızdan korkar. İlk çağlardaki canavar hâlini almasından, içindeki güzellikleri, sevgisini, korkusunu, sükûnunu söküp atmasından… Gövdesinin çiviye, kesere, kerpetene, eğeye benzer çıkıntıları ve dikenleri sebebiyle “dülger” adını alan bu balık hem dış görünüşü hem de uğradığı değişim yüzünden ötekileştirilecek, elbirliği ile yalnızlaştırılacaktır. Öykü akışında yer alan, “Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız” sözleri, o yıllarda siroz hastası olan ve durumu gitgide ağırlaşan Sait Faik’in önce kendine, sonra çevresine yabancılaşmasının izlerini yansıtır bize belki de?  Eserin, Mehmet Kaplan incelemesine konu olan analizini de okuyucumuza hatırlatalım yeri gelmişken.

Öykü, bizi enikonu sarıp sarmaladığında artık anlarız ki, başkalarına zarar vermeden, sadece iyi bir insan olarak yaşamanın yetmediği bir dünyadayız. Bu dünya, gerek görünüşümüz gerekse sahip olduğumuz nicel değerlerin bizi ayrıştırdığı, sevilen, kabul gören ya da sevilmeyen, kabul görmeyen olarak ötekileştirdiği bir yerdir. Ne kadar saldırgan, korkutucu, görece gösterişli isen – ki dülger balığının yanardöner pulları dahi yoktur- o kadar değerin olur. Bir peygamber dokunuşu ile iyiliğe davet edilen balığın çaresiz yine kötücül olma kaderini, insanlık adına düşünür ve düşündürür Sait Faik.

At-adamların Sonuncusu

Jose Saramago’nun öykülerinde evrensel bir koro ile karşılaşırız. Mekân ve durum betimlemelerinde doğa, tüm unsurları ile bu korodadır. Sözcüklerin dili; eser, gürler, yağar, taşar… Çiçeklerin açtığına da tanıksınızdır, aynı çiçeklerin sökülüp koparıldığına da. Saramago’yu okurken güvenle kollarınızı açıp yüzünüzü, yüzüne değdirdiğiniz yağmur, bir bakmışsınız ne var ne yok koyup götürmüş önüne. Dilin toprağı varsa eğer, Portekiz’e ait bu toprak; misliyle bereket, misliyle kuraklık vadeder.

Öykümüzün öznesi bir Sentor. At-adamlar diye de bilinen yüce ve kadim soyun son üyesi. Bin yılların yorgunluğunu taşıyan Sentor’u tanıdıkça adamın atla bazen uyuştuğu, çoğu defa çatıştığı anların kılgısal-devingen öyküsüne dâhil oluruz. Çağlar öncesinin öznesi, uykuda dahi birbirine denk düşmeyen bir beden birliğine mahkûmdur. At, ayakta uyuyabilse bile adam için mümkün olmayan bu hâl, Sentor’a rüyalarında huzur buldurmaz. Adam, asla toprağa yüzükoyun uzanamaz, kollarını çenesine destek ederek yerdeki karıncalarla tohumları inceleyemez. Ne adam, başka insanların rüyalarına benzer rüyalar görür; ne de atların gördükleri rüyalara yakındır. Adam ve at, sadece uyanıkken nadiren huzur bulur ve uzlaşırlar. Üzülerek okuyacağımız ötekileştirmeyi bırakalım bir yana, kendi içindeki uyumsuzluğun ve çatışmanın da muazzam bir öznesidir Sentor.

Türünün diğerleriyle Lapithlere karşı savaşan ve uğranılan yenilgi sonrasında dağlara kaçan bir Sentor… Herakles’in elinden kurtulan son üye… Yazarın, anlatıcı ile özdeşleştiği, oradan da keyif vermenin ötesine ulaşan “düşündürebilme” serüvenine meraklı bir imrenme duyarız sayfaları çevirirken. Binlerce yıl dünyayı dolaşır, güneşin altında dilediğince gezer Sentor. Herakles’i yenen at-adama tanrılar alkış tutar. Henüz insanlar, ona dosttur. Yoldan geçenler, atın sırtına çiçekten demetler; adamın başına çiçekten bir taç koyarlar. Anneler, babalar ve çocuklar… Hepsi için Sentor kutsaldır. Ta ki içlerinden birinin, onun bir kısrağa at gibi bindiğini ve insan gibi ağladığını gördükleri ana kadar. Saramago’nun sözcüklere aktardığı bu görüntü bile okuyanı, sayfalarca hüzünlendirip yaşlar dolusu düşündürebilir kanımca. İşte o gün bu gün, at-adamın kutsallığı, yok hükmünde olur; insanlar tarafından dışlanır, zulüm görür. Sentor, sadece kaçar ve saklanır yine binlerce yıl.

Başka bazı varlıkların da(tek boynuzlu atlar, keçi ayaklı adamlar, kurt adamlar, tilkiden büyük karıncalar…)benzer bir kaderle-terkedilmiş yerlerde dahi- yaşatılmayıp nesillerinin tükenmesi ve ezelden beri bilinen sıradan türdeşlerine dönüşmesiyle Sentor, yapayalnız kalır. Artık gece yol alıp gündüz uyuyarak saklandığı, zamansızlık kadar uzun bir zaman içinde insanların ve hayvanların saldırısına, onu yok etme çabalarına kıyasıya direnir. Bu direniş, soyuna ait topraklara geri dönene kadar bitimsizce sürer. Yabancılaşmaya ve bundan doğan ötekileştirmeye karşı duruşun öyküsünü okurken hissimiz, yazara dair düşünmek noktasında gelişir bir an:

Portekiz’in faşist Salazar döneminin bir yazarı idi Saramago. Öyle bir düzende yaşamak ve yazmak demek; hayata güvenmek, umudunu yitirmemek demekti. At-adamın yaşama tutkusunu, var olma azmini, yazarın özünden uzaklaşmaksızın okumayı yeğleyenlerdenim. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Eğer okurlar, kitaplarımda keyifli bir anlatıdan fazlasını bulmasalardı hayal kırıklığına uğrardım. Eğer keyif almanın kendi içinde bir değeri varsa hikâyenin bir tefekküre aracı olması, bu değeri kesinlikle artırıyor.” sözleriyle okurundan ciddi bir talepte bulunur Saramago. Bu söyleşiye denk gelmem de ayrı bir keyif oldu şahsıma.

Söyleşi metninden çıkıp öykünün sonuna vardığımızda Sentor, artık denizi görebildiği öz yurduna ulaşabilmiştir. Lakin tüm ülke, antik bir heykeli andıran çağlar öncesi varlıktan haberdar olup peşine düşer. Ellerinde ağlar, kementler ve sopalarla takip ettikleri Sentor, hem atın hem adamın yılgın düştüğü bir kovalamacanın öznesi olur son kez. Arkasını denize vererek düşmanlarıyla yüzleşmek isteyen çılgına dönmüş bir at ve geri çekilmeye çalışan bir adam… Finalde karşılaştığımız bu çatışma hâli, insan ruhunun yılgın iki parçasına aittir:  At, benliğimizin hiç kapanmayan vahşi kapısı; adam ise binlerce yıllık insan kalabilme dirayeti…  Sentor, boşluğa düşer ve yine binlerce yılın gayretiyle ustura keskinliğine erişmiş sivri bir kayaya saplanır; atın ve adamın birleştiği, atın gövdesinin, adamın gövdesine dönüştüğü yerden ikiye ayrılır.

Sessiz kalırız bir müddet, bu son sayfada…

Geriye ne atla adam uyuşmazlığı ne atla adamın uyumu kalır. Yabancılaşmanın katmanları karşısında, okuyucu kimliğimizi bir kenara bırakır ve Sentor’la bir olup uçurumdan aşağı savruluruz.

        Sentor ve Dülger Balığı

Mitolojinin sanatsal yaratı yoluyla evrensel bilince hediye ettiği binlerce yıl öncesinin varlıkları. İnsanın çağlar sonra ulaştığı yerde, dönemine küskün olma hâli, başka türlü nasıl kalbe dokunur bir duyuşla anlatılabilir ki? Kurduğum bu cümle, şüphesiz şahsıma aittir. Bununla birlikte, her iki öykünün farklı okuyucularından, kendime paydaş bulabileceğime inanıyorum. Küsenin de küstürenin de insan olduğu bu dünyada, ikinci insan tipini, farklı bir yazının konusu olarak saklı tutalım şimdilik.

Sentor, bedeninden ikiye ayrıldığında yaşam hikâyesini sonlandırır. Dülger Balığı ise ölmeye başladığında, anlatı en kuvvetli hâlini alır. Böylelikle her iki öykü, yabancılaşmanın ve ötekileştirmenin belleğimizde yer eden evrimsel resitali olurlar.