https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Toplumlar farklılıklardan meydana gelir. Bilinen insanlık tarihi ise yıllarını hala savaşla geçirmektedir. Yani insanlık tarihine baktığımızda bireyler veya gruplar, farklı amaçlar için mücadele verir. Farklılıklar arasında çatışmalar gerçekleşir. Çatışma kuramı birçok sosyolojik teoriye kaynaklık eder. En önemli katkılarından biri ise Marx’ın tarihsel diyalektik materyalizmidir. Bu kavrayış; tarihi ve toplumları sınıfların, güçlerin çatışmasına bağlanır.

1945-1949 yılları -ikinci dünya savaşı- arasındaki Almanya’nın müttefikler tarafından yönetildiği zamanda, entelektüel bir ailede yazar Patric Süskind dünyaya gelir. Aldığı orta çağ ve modern çağ eğitimli bir yazar olarak, dünya anlayışını biz okurlarına çok daha iyi anlatabilmesine neden olur. 1985 yılında yayımlanan Koku adlı romanı çok ses getirir. Üstelik bu roman, yazara birçok dalda ödül de getirmiş olur. Süskind, Alman edebiyatının en saygın yazarlarından biri olarak kabul edilir.  Alman edebiyatının en önemli özellikleri bireyin ruhani, sınıfsal ve kültürel çatışmalarını kendine konu edinir. Patric Süskind’in yazdığı Üç Buçuk adlı öykü kitabının içinde olan Bir Çatışma kitabı (1996) da tam da böyle bir çatışmayı bize anlatır. Kitapta adeta görsel bir şölen olan resimlere de değinilmeden geçilmemelidir. Mizahla şiirselliği ustalıkla birleştiren Fransız çizer, Sempé dür. Dünyanın en savaşçı döneminin sonucu olan, ekonomik zorluklar sürecinde Bordeux’da doğar. Erken çocukluk döneminde resim sanatıyla tanışan Sempé; çocuk edebiyatı klasiği sayılan Pıtırcık’a yaptığı çizimlerle dikkat çeker. Ayrıca dünya çapında bir başarı öyküsü de yazmış olur. Pıtırcık kitabında da anlatılan yine bireyin dünyaya bakışı -yalansız olarak- çocuğun hayal gücüyle anlatılır. Sempé her iki kitabı da bu duygularla mı resmeder bilinmez. Ve fakat kitabı okurken her sayfadaki resimleri saatlerce seyredebilirsiniz.

Kitap; Lüksemburg Bahçelerinin kuzeybatı ucundaki parkta, büyük bir satranç partisiyle başlar. Okuyucuya üçüncü tekil şahıs dil tekniğiyle aktarılır. Hikâye, iki kişinin karşılıklı pusmak bilmez mücadelesini anlatır. Bir panayır yerini andıran satranç turnuvası, birçok seyircisiyle ve heyecanıyla devam eder. Yabancı oyuncu; solgun, ifadesiz, atak genç birey ruhsuzluğuyla oyundadır. Karşısında oturan beyaz taşlı oyuncu ise usta, yaşlı ve düşünceli bireydir. Topluluk, tıpkı bugünün post modern dünya düzeni gibi bencil, güçlü olandan yana, acımasız, ruhsuz bireyleri destekler hâldedir. Oysaki kural ve ahlaki değerleri olan birey artık güçsüzdür düşüncesi hâkimdir. Yenilsin istenir. Yok olsun istenir.  

“Onu yenecek kişinin gerçekten de ondan daha iyi bir oyuncu olması gerekirdi. İşte bugün böyle bir şey olacağını tahmin ediyordu herkes. Yeni usta çıkagelmişti, eski şampiyonun fiyakasını bozacaktı.”

 Global dünyada karakter tanımı, ahlaki değerleri önemsemeyen, heyecanlı, kural tanımaz ve aceleden dolayı kötü kararlar alan bir yapıdır. Toplum, bunu sever ve destekler. Toplumun simge hâlidir. Bir topluluk aslında yön vermek istediği herhangi bir olguyu, bir normmuş inancıyla arkasına alarak makro kitlelere yayabilir. Burada da genç oyuncunun, yaşlı ustayı yeneceğini belki de onun kazanması için -söylem etkisiyle- Geniş kitlelere yayılmaması sağlanır. Yazar, hikâyede satranç oyunu öyle bir anlatır ki adeta savaş meydanında iki kumandan meydan muharebesi veriyordur. Halk güçlü olandan, atik hareket eden genç oyuncudan yana durmaktadır. Oysaki yaşlı karakter, veziri korur. Düşünür. Kaleyi bırakmaz. Yani değerler, kıymetlidir. Nedir bu kurallar sakinlik saygınlık en önemlisi de akıl.

Ancak stratejik düşündüğü, gözünde sayıların değil de konumların, ilerlemenin, ansızın yıldırım hızıyla indirilen darbenin önemli olduğu belli olan bir rakip karşısında bu sayısal üstünlüğün ne değeri vardır ki! Kendini koru Jean! Sen piyonları kovalarken şahını kaybedeceksin!”

Satranç oyunu burada semboldür. Genç oyuncuyu, yabancı diye isimlendirilir. Aslında bu da insanın, kendi hâline yabancılaşmasını temsil eder. (bk. Marks yabancılaşma kuramı)Aynı zamanda genç oyuncunun taş rengi siyahtır. Koyu renk olarak siyah, duygusuz, cansız ve soluktur. Güçtür, aynı zamanda kuralsızlığı da temsil edebilir. Karanlık siyah, korkudur. Bir Napoléon askeri gibi güçlü, kuralsızdır. Halkın kendisinin yapamadığı ve fakat olmak istediği gibidir. Heyecanlı bir oyunun içine çekilen okuyucu, akıcı dille yazılan eseri merakla okur.

Şimdi nasıl oynarsa oynasın seyirciler oyunun sonuna kadar, hamle hamle izleyeceklerdir onu, bu son parlak da olsa acı da olsa.”

Oyunun kazananı kim olur? Toplum, neden yabancı, genç, kuralsız birinin yanındadır? Salt korkaklık gerçekten var mıdır?  İnsan kötü düşünceli varlık olabilir mi sorularını sorgulatan yazar; zihnin akışını sağlar.  Kitleleri arkasına alan genç karakterle, okur arasında bir düşünce çatışması olur. Okuyucu da kendi benlik düşüncesiyle çatışmaya girer. Tıpkı yaşlı satranç ustası Jean gibi. Ahlaki değerlerin toplumdaki yerine vurgu yapılır. Bireyin özdeğer duygularını, toplum açısından görürüz. Gücün saygınlığı, kendimize kattığımız özdeğerde gizlidir. Bu da toplum içinde sahip olduğumuz sınıfsal eşitlikle olur. Böylelikle çatışmayı, savaşmayı mikro düzeye indirebiliriz. Hegel’in gaist kuramında olduğu üzere; gençlerin heyecan dolu kural tanımazlıkları veya bireysel bencillikleri, toplumlara heyecan katabilir. Oysa zamanın ruhu, diyalektiği değişmeyecektir. Aklını saygınlıkla birleştiren bireysel ruh, toplumların ilerlemesini böyle sağlayabilir.

 

                     Birey, her zaman sürü tarafından yutulmamak için mücadele etmelidir.

                     Eğer bunu denerseniz, genellikle yalnız kalırsınız ve hatta bazen korkabilirsiniz.

                      Ama hiçbir bedel kendinize sahip olma ayrıcalığından daha değerli değildir.

                                                                                          FRİEDRICH NIETZSCHE