Uzun koridorlarla birbirine tutunan, basık tavanın altında yürürken aklına okuduğu yatılı okul geldi. Arada bir mekânların havasını birbirine benzetirdi.
“Kalk, kalk” diyordu biri, duyuyordum. Sol yanağım yanıyordu. Adamın vurduğu yanağımdı bu. Kolumdan tuttu kaldırdı. Gücün doğruldum. Beş altı kişi durmuş, bana bakıyorlardı. Bir de çocuk vardı.
Dışarısı çok kalabalık galiba. İnsanlar neden bu kadar yüksek sesle konuşuyorlar? Ne söylediklerini anlayamıyorum. Bir uğultu var. Kutlama mı yapıyorlar? Derin hıçkırmalar duydum.
Havuzun başında kimse oturmuyor. Banklar boş, havuz boş… Ayakkabı boyacıları işe çıkmamış. Pamuk helva arabası naylonla sıkı sıkı sarılı.
Martılar dönüp duruyor balıkhanenin üzerinde. O kadar çoklar ki… Martılar…
Ustamdan gizli, dükkândan aşırdığım fotoğraf makinesini ve üçayak sehpayı yolun başına kurduğumda nasıl da heyecanlıydım. Son on gündür olduğu gibi o gün de sokağın başından aşağıya doğru yürüyeceğini biliyordum.
Masum uykusu tokat ve bağrış sesleriyle bölündü küçük Arif’in. Alışkın olduğu bu bağrış ve tokat seslerini duymazdan gelmek istiyor ve uykusuna devam etmek istiyordu. Rüyasında da tam oyuncaklar diyarına gitmişti.
Annem “Sen uyuyana kadar yanındayım” der ve saçımı okşayarak uyuturdu beni. Elleri, saçlarımın arasında gezinmeye başladığı vakit, aklımın uçsuz bucaksız yemyeşil çimenliğinde de kelebekler uçuşmaya, kuzular otlamaya doğrulurdu.
Evden acele ile çıktım. Evle sokak kapısı arasını kaç saniyede geçip, beni ana caddeye götüren sokağa girdiğimi hatırlamıyorum. Hava yine rüzgarlı, bu rüzgarlı havayı sevmeli mi yoksa ondan nefret mi etmeliyim, bilmiyorum.
Bizim buralara yine memleketin diğer illerinden erken gelen yaz mevsimini yaşadığımız o sabah, tam da Neyran ablalardan dönüyordum. Kestikleri tavuklardan birini de bize vermek için çağırmıştı beni.
Uyandı gecenin alacasında, uzaklardan gelen davetkar kızıl ışık kamaştırdı gözlerini, yürüdü ışığa, karanlıkta zorla seçilen kedi dolandı ayaklarına, adımları birbirine eş vardılar mağaraya.