Furkan gerideydi. Islak yerden kalkamamıştı. Kolonyalı mendille, ellerine sindiğini düşündüğü kokuyu temizleme çabasındaydı. Montunun göğüs cebindeki telefon çalmaya başlayınca irkildi!..
“Bir de Gökay’a görün istedim, ne kaybedersin.”
(Kazanacağım bir şey yok.)
“Amerika’dan yeni geldi Gökay, orada aldı uzmanlığını.”
(Bana ne!)
İçinde, kendimi tutsak ettiğim bir sokakta öylece kaldırım taşına oturmuş hiçlikle savaşıyordum. Bütün sokak sesliydi ama ben tüm sesleri kısmıştım.Nasıl yapabildiğimi sorma! İşte bu sessizliği bir solukta ta içime çektim.
Allah belasını versin o Doğan’ın da kızının da. Yeter artık! Sanki liseyi bitirir bitirmez mikazandı üniversiteyi. Kaç yıl gitti dershaneye. Ben bir yıl olsun gitmedim.En ucuzuna bile.Anlamamam bundan matematiği.
Ot gibi yaşayan oğlumu; artık yüzünü göremeyecek şekilde bilgisayar oyunlarına ve akıllı telefona kaptırınca, aklıma kendi çocukluğum ve rahmetli babam geldi.
Dolapları alt üst etti, ardından çekmeceleri. Dişlerinin arasından “Eski sistem olsaydı bunları çıkarıp arkasına da bakardım,” diye mırıldandı. Alnındaki terleri sildi. Camdan dışarı baktı. Akşam oluyordu.
Akşamın huzur alan karartısında evsizler kadar yalnız, yalnızlar kadar soğuk; Kocaseyit Belediyesi’nin bankı. Oturdum. Biraz nemliydi ama aldırış etmedim. Böyle önemsiz şeylere takılmam. Bastığım yer tahtadan “gırç gırç”.
Gün, henüz ağarmak üzereydi. Geceyi kesik uykularla geçirmiştim. Yoğun iş temposunun yorgunluğu üzerime sinmiş gibiydi. Havaların ısınması, mevsim değişimleri her yıl üzerime ayrı bir ruh hali yüklerdi.
Sessizliği bozan yutkunuş seslerinin, ertelenmiş gürültünün habercisi olduğunu seziyordum aslında. Bu kez yemek yenmeyecek, demek kimse aç değil, diye düşünmek daha iyiydi.
Balkona çıkıp kahvaltı masasına oturduğumda, aklımdan geçen tek şey, hayatta her şeyin kendini tekrarlamasıydı. Hatta, benim her sabah her şeyin tekrarladığını düşünmem de bir tekrardı.