Yıllar önceydi, bir arkadaşım, kendini karanlık bir kuyuya kapatmıştı. Oraya indiği zamanlarda üzülür, yardım etmek içinkendime bahaneler bulur, illa ki…
Köprüler yolun devam etmesini sağlarlar bir yerden diğerine akışın aracısı olurlar ve nedense insanların da köprü olabileceğini belki de tek amaçlarının bir köprü olmak olduğunu aklımıza getirmeyiz.
Kafede çalan fon müziği ruhu dinginleştiriyor, insan sandalyeye oturur oturmaz fısıltıyla konuşma sakinliğine erişiyordu. Onu beklerken birkaç kitap karıştırdı sonra da bir sütlü kahve söyledi kendine.
Dar zamanlardayız ama geniş gönüller sürmek muradımız. O vakit, zamanda, mekan da açılır ve olduğumuz yer adeta esen rüzgarın saçlarımızı okşadığı, dalgalarla sarıp sarmalanmış yeşil ve ferah bir adaya dönüşür çünkü.
Mahallemin sokakları hiç olmadığı kadar ıssız bu gece. Köselelerimin arnavut kaldırımlarda çıkardığı ses sanki herkes ölmüş de, bu dünyada bir ben kalmışım hissi veriyor. Ürperiyorum.
Elimdeki filede çırpınıp duran sıçanla beraber çukurdan çıkıyorum. Çukur dediğime bakmayın, dedemin babasının bile karnını doyurmuş olan yağ fabrikasını, biz ona “Şato” deriz, dolaşan borular zincirinin açıldığı yer.
Dizlerini kırıp çıplak ayaklarını altına almış, iki numara büyük terliği çıktı çıkacak ayağından. İpil ipil gözleriyle bir dedektif titizliğiyle etrafı tararken iki elini ağzına götürüp hohluyor ikide bir.
Neredesin biliyor musun? Burası senin gerçekliğin benimse rüyam. Küçük küçükkodeslere tıkıştırdığın anılarından oluşan bir dünya bu. Aman hiçbir şey kaçmasın diye sürekli kontrol altında tuttuğun esaret çemberi.
Bir ara yüz çizgilerinizi sayarak ulaşayım istedim yaşınıza. Olacak gibi değildi, belki yirmi, belki yirmi beş çizgi vardı yüzünüzde, her biri iki seneden hesaplansa. Olacak gibi değildi. Öğrenciydiniz biliyordum. Tıp fakültesinde okuyordunuz.
Alınan her nefes, hüzün duvarlarını aştıktan sonra hayat olacak günler vaadediyor. Nefes alıyorum, nefes veriyorum. Yabancılaştığım sokaklar, kucak açıyor bana biliyorum…