Ustamdan gizli, dükkândan aşırdığım fotoğraf makinesini ve üçayak sehpayı yolun başına kurduğumda nasıl da heyecanlıydım. Son on gündür olduğu gibi o gün de sokağın başından aşağıya doğru yürüyeceğini biliyordum.
Bu hayatta her şeyin ama her şeyin bir zamanı vardır. Buna kaybetmekte dahildir. Bu günlerde bu denli pervasızca hareket etmelerinin sebebi kaybetme zamanına ya gelmemiş olmaları ya da o zamanın anlamını yaşamamış olmalarıdır.
Şimdi bana söyleyin, siz de şu karşımızda duran ahşap masanın, krem rengi duvarın, duvarda asılı birkaç tablonun arasına karışarak onların efendisi olan kaosu seziyor musunuz?
Masum uykusu tokat ve bağrış sesleriyle bölündü küçük Arif’in. Alışkın olduğu bu bağrış ve tokat seslerini duymazdan gelmek istiyor ve uykusuna devam etmek istiyordu. Rüyasında da tam oyuncaklar diyarına gitmişti.
Annem “Sen uyuyana kadar yanındayım” der ve saçımı okşayarak uyuturdu beni. Elleri, saçlarımın arasında gezinmeye başladığı vakit, aklımın uçsuz bucaksız yemyeşil çimenliğinde de kelebekler uçuşmaya, kuzular otlamaya doğrulurdu.
Evden acele ile çıktım. Evle sokak kapısı arasını kaç saniyede geçip, beni ana caddeye götüren sokağa girdiğimi hatırlamıyorum. Hava yine rüzgarlı, bu rüzgarlı havayı sevmeli mi yoksa ondan nefret mi etmeliyim, bilmiyorum.
Bizim buralara yine memleketin diğer illerinden erken gelen yaz mevsimini yaşadığımız o sabah, tam da Neyran ablalardan dönüyordum. Kestikleri tavuklardan birini de bize vermek için çağırmıştı beni.
Kuytuların susuz gecesi,
Et kalabalıklarında, devinimsel hızla bir sıfır önde aşk
Mürekkebin izini takip eden ihtiyar bir adam vardı. Bulutlardan bir adamdı. Her tarafı yağmurdu. Yanımdan geçti. Her yer nemli bahar toprağı koktu. Her yer çiy ve çim koktu. O bulut adam gitti incir altındaki gölgeye bağdaş oturdu.
son kuşları da vurdular dağlarda,
kasveti düştü ayın toprağa,
ordan suya.